30 Eylül 2011 Cuma

öpüşmekten bazen gezegen doğar..

o ilk dokunuştan tam önce aralanan dudaklarımın arasında rüzgarı hissettim..her nasıl olduysa oldu, bir el, sesleri yavaşça sildi.. yine aynı el, her nasıl yaptıysa, onunla benim dışımda kalan herşeyi bulanıklaştırdı.. ayışığı hariç.. orada.. sadece o, sadece ben ve sadece ay belirliydik, geri kalan ne varsa yeryüzünde, kendini sildi.. 

onun elleri vardı.. onun ellerinin tam orta yerinde, avuçları vardı.. rüzgarda yüzüme düşen saçlarım, onun o ellerinin kısacık bir hareketiyle geriye atıldı.. bakın, yine onun ellerinin ortasıydı işte yüzümün içinde olduğu.. gözleri, gözlerimde daha önce kimsenin görmediği bir kıta görüyor gibiydi.. büyülü bir manzara olmalıydı bu.. ben hiç kendi gözlerimin içini görmedim ki, bilemiyorum..  ama o an, onun gözlerinin içindeki o ırmakları, o dağları, o denizleri, o muson yağmurlarını görebilen sadece ben olduğum ve ona gösteremediğim için, onun adına çok üzüldüm..

onun elleri vardı demiştim ya.. onun sadece elleri yoktu ki.. 

rüzgar yüzüme yeniden dokunmadan tam önce, iki insan arasındaki en kısa mesafe, bizim aramızdaydı.. ve ben biliyordum artık bir eli benim ensemdeydi, bundan emindim..

sadece onun elleri yoktu ya, benim de ellerim vardı, ve biri, yanağımın içine yerleştiği elinin tam üzerindeydi..  

o farkında mıydı bilmiyorum, ama sadece saçlarımda değil, dudaklarımda da geziniyordu rüzgar, ve ben rüzgarın dokunduğu her yerime onun da dokunmasını istiyordum.. sanırım farkındaydı..

öylece kaldık bir süre.. yeryüzü, daha yeni yeryüzü olmaya hazırlanır gibiydi..  tepede ay vardı, bundan da emindim, ama hemen altında bir gökyüzü yoktu henüz.. yıldızlar serilip uyumuyorlardı göğün yorganında..

sonra.. sonra işte, dudakları dudaklarıma değdi.. tam o sırada bir gürültü koptu.. ikimiz de umursamadık.. ikimiz de biliyoruk çünkü.. gökyüzü yerine oturmuştu.. hayır, henüz öpüşmeye başlamamıştık.. sadece dudaklarımız değiyordu birbirine.. bu yetti gökyüzünün göğe serilmesine..

sonra öptü beni.. tam o an bir sarsıntı, sormayın gitsin.. ikimiz de umursamadık.. ikimiz de biliyorduk çünkü.. içimden yıldızlar teker teker kopup şimdiki yerlerine yerleştiler.. ne kadar uzun sürdüğünü siz düşünün.. biz öylece öpüşürken oldu bütün bunlar...

sonra ben de öptüm onu elbette.. işte tam o sırada, dünyadan bir parça koptu ve savruldu uzayın boşluğuna.. 

geçenlerde yeni bir gezegen keşfedildi, onun nasıl oluştuğunu sandınız ki siz?

sonrası yok.. sonrasını hatırlamıyorum.. başka evrenlere gittik.. başka iklimlerden geçtik.. başka gökleri içtik..


29 Eylül 2011 Perşembe

yan(ıl)mak...

içim bazen öyle bir ferahlık doluyor ki, yanılıyorum böyle zamanlarda.. ben denizin kıyısında değilim, deniz benim kıyımda sanıyorum mesela.. bu, elmanın tadı değil de, kendi ağzımın tadı sanıyorum ya da.. 

ya da, kapıdaki kışı, gelmiyor da gidiyor sanıyorum.. sanki bu Eylül'ün son günlerinin güneşi değil de, Mart'ın ilk ışıkları, ensemi ısıtan.. 

çoğu zaman yanılgılarımı seviyorum demek isterdim, ama, ben her zaman yanılgılarımı seviyorum..

bir el uzanıyor mesela bana bazen.. tutsam, düşmeyeceğim sanıyorum.. tutmuyorum gerçi de, elin kendisine değil, varlığına sarılıyorum, bu yüzden düşmüyorum..

mesela çöp arabalarını siz, şehrin uzak yerlerindeki çöpleri getirip kapınızın önüne koyarken gördünüz mü? ben bazen görüyorum.. bazen, fırlatıp attığım ne varsa, bir sabah uyanıyorum ve kapımda buluyorum.. kimileyin seviniyorum bu işe..

kanser olduğuma seviniyorum bazen mesela, yoksa hayat hiç bu kadar lezzetli bir yemek gibi gelmeyecekti bana.. 

yanılmak mı dediniz? yanılmak benim marlon ve brandom..

anlatamadım galiba.. ben denizin kıyısında değilim, deniz benim kıyımda

sakinleş!!

sakinleş.. derin derin nefes al.. içine hayat dolsun.. bir şeylerin yoluna gireceği mevsimindesin.. farkındayım.. biraz canın yanıyor.. geçecek.. biraz acıyor için, alışacaksın.. panik yapma, bu duruma alışacaksın, duyarsızlaşacaksın..  paniğe kapılma.. ışıklarını aç.. akşamları karanlıkta oturuyorsun.. karanlığı yarattığına göre, tanrının da bildiği bişey vardır elbet diyorsun.. tanrı yarattıklarını bu çağ için yaratmadı.. bunu unutuyorsun..

hatırla.. küçükken sen, elektrikler gittiğinde ne kadar sevinirdin... bunu hatırla.. babaannenin anlattığı iki kara böcük masalını hatırla.. nasıldı? iki kara böcek, bir gün bir ayran yayığınını içine düşmüşlerdi.. biri kolay teslim olmuştu, yapacak bişey yok deyip boğulmuştu ayranın içinde. diğeri çırpına çırpına ayaklarının altında bir sürü köpük yaratıp kurtulmuştu.. bunu hiç unutma.. çırpınıyorsun işte.. ayakların boşlukta.. çırpınmazsan ölürsün, unutma.. çabalarsan kazanırsın, bunu hiç unutma.. her elektrikler gittiğinde bundan başka masal bilmeyen babaanneni suçlama.. bu masal bir babaannenin torununa anlatabileceği en güzel masalmış.. defalarca defalarca.. sahi, ne kadar da sık gidermiş elektrikler ve sen ne kadar da çok dinlemişsin bu masalı... unutmak için değil, hatırlamak için çaba sarfet...

sakinleş.. müziği hiç kapatma.. güneş iyice çekilmeden ısıt iyice kendini.. içini ısıt..kaybolma..

sakın kaybolma..  


26 Eylül 2011 Pazartesi

sokakları boşalt tanrım.

Tanrım..Çok insan, çok nefes, çok fikir, çok elbise, çok çift göz var heryerde.. Her yerdeler tanrım.. Uçuşuyorlar etrafımda. Sağıma soluma çarpıyolar.  Hep kendi dertleri var tanrım, ruhum eziliyor..


Bütün bunların dışındayım, kendi köşemdeyim. Sessizliğimle barıştım ben, cümle kurmamı bekleyenler var tanrım.. İletişim kurmak, sadece konuşmak değil.. Sessizliğe göm beni bir süre..


İşte buradayım.. Bu eksi yerde. Eskimiş, yıpranmış, tozlanmış nefesim bile. Ferahlık serp içime tanrım.
Sokakları boşalt, biraz yürüyeyim. 


Yaşadıklarımı anlamlı kıl.


Gözlerim kapalı.. Yüzüme şarkı dokunurken, kafamı yavaşça yukarı kaldırırken, nefes alıyorum..  Aldığım nefesten içeri sızıyor hayat.. İçime hayat sızıyor, tanrım, çok korkuyorum.. İçime sızan hayatın ta kendisinden hem de..




İçim kadar gri bu denizin kenarı, ve içime içime yağan yağmurun altında kıpırdamadan, umursamadan, üşümeden, düşünmeden, üşenmeden üstelik, öylece duruyorum..


Öylece.. yapacak başka daha güzel bişey yok. geçtim bütün sevdalarımdan.. mutsuz olmanın başka daha güzel yolları olmalı dedim.. burada.. bu deniz kıyısında.. bu yağmurun altında.. bu gri gökyüzünün gölgesinde.. bu kimselerin yürümediği, kimselerin sevmediği, kimselerin buna rağmen kimsesiz olmadığı yerde.. 


dönüp dönüp kendime çarpıp, dönüp dolaşıp kendime düşüp, yatıp kalkıp kendimle kalıp, düşüp kalkıp kendime düşüp... sarmal yay.. sarmal yay.. sarmal yay..


o kadar da derin değil hiçbir şey. o kadar da zor değil.. o kadar da anlamlı değil.. o kadar ağır değil hayat.. o kadar da güzel değil, o kadar kötü hiç değil.. o kadar da yaşamaya değer değil ama sandığım kadar da anlamsız deği hiçbir şey..  


bunu kendine yapma, bunu kendine yapma.. bunu kendine yapma.. yapma bunu...


hayatın kendisi geçerken, her şey onunla birlikte, çoğu zaman ondan önce geçiyor.. iyi ki kalıcı hiçbir şey yok hayatımızda tanrım.. kendimiz bile, iyi ki o kadar da kalıcı değiliz.. sonsuza dek varolmak en büyük ceza, bu yüzden cennetim yok benim tanrım, affet



Ferahlık serp içime tanrım.
Sokakları boşalt, biraz yürüyeyim. 

25 Eylül 2011 Pazar

Üzerimi örter misiniz?

Bu, biraz hazin bir sonbahar. Her şey olması gerektiği gibi. Rüzgar da öyle, akşamları ürpermek de öyle, hep beklediğin, hiç gelmeyen, ama canını daha çok acıtmak için bazen ışığını bir şimşek gibi çakıp ortadan kaybolan aşk da öyle, hazin, en az bu sonbahar kadar. Senden uzak topraklarda silahlar patlıyor, hazin...

Artık bekleme, beklediğin ne varsa, yosun tuttu, kelepçelendi olduğu yerde.. Cümlelerini üç nokta ile bitirme artık... Daha çok virgül kullan, bağlansınlar birbirlerine, dolamaçlı yollar gibi, çıksınlar küçük bir meydana -mutlaka ıssız olan..

Geceleri erken uyu, gündüz daha çok insan var sokaklarda.. Lütfen, kalabalıklar içinde yalnız olmak gibi klişelerden uzak tut kendini.. Geceleri erken uyu, yoksa kazdığın çukurlar çok derin oluyor, bir gün boğulacaksın o çukurlardan birinde, ve kimse seni görmeyecek..

Bach dinleme, hazin kelimesini en çok Bach dinlerken kullanıyorsun, çıkart onu hayatından..

Aşkı bekleme artık.. Herkesin en az bir kere kullandığı eski birşey seni yenilemeyecek. Artık 35 yaşındasın, aşkı eskittin artık.. Olmuyor, koşma peşinden.. Sonra üzüyorsun insanları.. Kimseyi üzme, dünya üzülmek için ne kadar kısa bir molaysa,  üzmek için ondan bile kısa bir mola..

Evde kendine yemek yap.. Kendine yemek yap.. Çorba olsun artık sofranda.. Ama unutma, artık tek kişisin, eskisi gibi kalabalık olmayacak sofran. Az yap yemeklerini, dökme, günah..

Dans etmeyi öğren artık.. Öğrendiğinde bunu ayışığında yap..

Uyutun beni.. Bir ilkbahar günü dokunun ama mutlaka, uyanacağım ve maestro...

ama nasıl?

Kil kıvamında sıkıntılar bulaşıyor elime.. Ellerimi biryere değdirmiyorum, tutmayın elimi.


Allah aşkına, allahın adına ve kesinlikle inanıyorsanız Allah için söyler misiniz? İçinizden gülmek gelmediğinde, nasıl kıvrılır dudaklarınız? Gülümsemek içinizde bir çiçek gibi açmadıkça, nasıl kuşlanır da cıvıldar sesleriniz? İçinizin gülümseme çiçeğinin toprağı kuruduğunda, nasıl büyütürsünüz yeniden yaşama bakan yanlarınızı? Gözlerinizin etrafındaki çizgilerden belli, epeydir bu dünyalısınız da, n'olur anlatır mısınız sesinizin karanlığına nasıl ışık tuttuğunuzu?

24 Eylül 2011 Cumartesi

Kış geliyor ve ben çok korkuyorum..

Kış, ayağını sürüye sürüye geliyor işte, adım seslerini esen rüzgarla gönderdi. Kış cümlelerini sonbaharda kuracak değilim, ama apaçık ortada işte kış geliyor.. Yine üşüyecek ellerim..


Kış geliyor, yine sokaklar sessiz.. Kış geliyor, yine sabahlar güneşsiz.. Kış geliyor, yine kalbim kimsesiz.. Kış geliyor ve ben çok korkuyorum..

Yine günler erkenden karanlık, yine bütün eller ceplerde, yine sigara dumanları kısa, yine şemsiyeler tek kişilik, yine ayaklar üşümüş, yine giysinin son tabakası tene çok uzak...

Kelimelerin, havada donup ötekinin yüzüne çarptığı tek mevsimdir kış.

Kabanlar, eldivenler, atkılar bereler çıksın gün yüzüne. Hepimiz ya kıştan ya yalnızlıktan.. ya kıştan ya yalnızlıktan.. bazen hem kıştan hem yalnızlıktan... genelde üşümekten ve yalnızlıktan.. ve çoğunlukla da yalnızıktan...

Kış geliyor  ve ben çok korkuyorum..

22 Eylül 2011 Perşembe

her şey ben oradayken öldü...

sonunda tanrı, bir yayda gerip de rüzgarı, bir ok gibi fırlattı yeryüzüne ve tam o sırada inceden bir yağmur başladı..

her şey ben oradayken oldu.. çınar ağacından bir yaprak usulca vazgeçti gövdeden ve kendini usulca döne döne yere bıraktı.. 

neler anlattı şimdiye kadar yeryüzü bize, ne hikayeler yaşandı bu topraklarda, bu evlerde, bu sokaklarda, kaç acı, kaç sevinç ıslandı yağan yağmurda, kaç gölge sere serpe düştü çiçeklerin üzerine, bilmiyorum.. yüzüme düşen bütün gölgelerden bir mana yaptım kendime, bu akşam o manayla içiyorum..

her şey ben oradayken oldu.. usul usul yağan yağmur, usul usul inerken yeryüzüne, usul usul bir balkonda, herşey yavaşça ilerlerken, tanrı, bir yayda gerip de rüzgarı, bir ok gibi fırlattı yeryüzüne.. işte sonbahar o an geldi..

her şey ben oradayken öldü...

21 Eylül 2011 Çarşamba

ama unutmalara alışılmaz..

ama unutmalara alışılmaz.. her seferinde baştan yazılır bir unutmanın hikayesi, ve her seferinde baştan çeker yürek aynı sancıları.. aklın hafızası, en olmadık zamanda en olmadık anları yakalayıp çıkarsa da gün yüzüne, kalbin hafızası yoktur.. daha önce benzer unutma hikayeleri bin kez de geçse başından, kalp her seferinde yeniler kendini ve her seferinde acır, acıtır canınızı..

"kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi"

ama unutmak güzeldir..

unutmak ne zaman mı başlayacak?

gidenin ardından boş kalan terlikleri başkası giydiğinde, ve ağzınızdan en samimi şekilde "hoşgeldin" döküldüğünde,
gidenin ardından edindiğiniz mutsuzlukları eski bir giysi gibi çıkartıp attığınızda üzerinizden, ve çıpkalığınız başka bir tene değdiğinde,
gidenin fotoğrafını kaldırıp başucunuzdan, başka başka fotoğraflara yer açtığınızda,
gidenle birlikte dinlediğiniz şarkılar çalarken artık başkasıyla seviştiğiniz sırada, evet tam o sırada,
gidenin sırtınıza sapladığı hançeri başkasına çıkarttığınızda, canınız yanmadığında üstelik,
gidenin açtığı yarayı başkasına gösterdiğinizde,
gidenle gitmelere alıştığınızı düşündüğünüz an, kapınız çalındığında,
gidene sarfettiğiniz o çok tanıdık ve bilinen sözcükler, gideni değil de, artık hiç kimseyi ifade etmediği anda,
gidenin sizde bıraktığı, unuttuğu ne varsa, bir poşete doldurup gözden uzaklaştırdığınızda,
gidenin gidişini izlediğiniz yerde, tam orada, gözlerinizin dönüşünü beklemediği o ilk anda,
gidensiz bir hayatın, giden gelmeden önceki halini hatırladığınızda,

bütün bunlar olduğunda, kapınızı başkası açtığında, bütün bunlar olduğu sırada, unutmak başlayacak, ve siz bir miktar eksileceksiniz.. unuttuğunuz her insanda, kendinizi de unutacaksınız bir miktar..

ama unutmak güzeldir..

20 Eylül 2011 Salı

kapılar..

sonra.. gidersiniz işte.. kapıyı ardınızda bırakır, usul usul merdivenlerden iner, sırtınızdaki bakışları bazen hissetmeden gidersiniz..

gidersiniz işte, gelirken adımlarınız ne kadar aceleciyse, giderken aynı telaşla takip eder adımlarınız birbirini, ve sadece kendinizi değil, gölgenizi de götürürsünüz birlikte..

bir tramvay yolunu takip ederek gelip girdiğiniz kapıdan, -ki kapılar girmek için mi çıkmak için mi, bunu hala düşünüyorum- bir sabah vakti gidersiniz..

o sabah vakitlerindeki üşümeler bu yüzdendir..

rica ederim, bakmayın ardınıza, beni bu halde görmenizi istemem..

Ardından..

Kendi mecrasında akıp giden iki ırmakken biz,  kesişti yollarımız, karıştı sularımız bir gece vakti, bir denizin arifesinde.. Su gibi karıştık, suya kardeş gibi..

Halbuki Eylül'dü hala.. Sokaklar o kadar da tenha değildi.. Evlerine çekilirken insanların adımları, bizim adımlarımız döküldü sokaklara, benimkiler biraz aksak..

Masada yağmurlu ve şemsiyeli bir kadın, demirden.. Bir kahve içilmişliği.. İki kadeh, tortulu.. İki kadeh, biri son yudumuna kadar içilmiş -hayır, son yudumunda içilmiş-.. Yatakta bir hayalet.. Sırtımda karışık çarşaf izleri.. Yatakta kocaman rüzgarların ayak izleri.. Yatakta, senli bir rüyanın kalıntıları..

Kainata haber saldım, bugün güneş erken gidecek, ve uzunca bir süre gelmeyecek..

19 Eylül 2011 Pazartesi

Düş-mek..

Ben düşerken, siz uyuyordunuz.. Bu tam böyleydi.. Siz uyurken ben düşüyordum, bu da tam böyleydi..

Nedense çıktım o sırada dışarı.. Sokaklarda yürüdüm biraz.. Sarhoş insanlara baktım.. Sarhoş erkeklere baktım.. Konuşuyorlardı, bazen dinlemeden, yüksek sesle, ve emindim, parmaklarının arasından sigaralarını alsam, parmaklarını ateşe vereceklerdi..

Kadınları vardı bazılarının.. Kadınlarının gözlerine bakmadığı zamanlarda uzaklara bakarak konuşuyorlardı.. Kadınlarına baktım.. Sadece dinliyorlardı.. Kadınlarına baktım..  O kadar da sarhoş değildiler.. Sonra o sarhoş erkeklerle kadınlarının arasına baktım.. Farkında değillerdi ama tam o arada, tam o sırada bir ayrılık çiçeği büyüyordu, oracıkta..

Sokakları adımladım biraz daha.. Biraz daha uzaklaştım evden.. Farkında mıydınız?

Oysa siz uyuyordunuz, kapılarınız kapalı, pencereleriniz açık, ışıklarınız fersiz.. Yeryüzünün ekseni kaysa, farketmeyecektiniz, o kadar derindi düşleriniz ve ne kadar da derindi gülüşleriniz..

Bir ateşi söndürmek ne çok dumanaltı ediyor ortalığı, bu yüzden yaşlı gözlerimiz..

Sahi nasıl da uyuyordunuz.. Düş görüyor muydunuz? Düşten fiil yapsak ya bana.. Düşmek olur mu hiç demeyin.. Düşmek, düşten yapılır..








18 Eylül 2011 Pazar

sorun sizde değil, bende..

Dünyanın bir avuç gökyüzü kadar göründüğü yer her neresiyse, orada uyumak istiyorum.

Nehirler akmasın, sular dursun, rüzgar asılı kalsın, yapraklar kıpırdamasın artık, yeter.. Öyle anlarda yaşayalım ki, yaşamaya dair hiçbir telaş olmasın, sadece yağmur yağsın ince ince..

Kalbim doğduğumdan beri neredeyse, orada kalmaya devam etsin. Ellerim, unutsun gündelik işlerin telaşını, ev dağınık kalsın..

Yaralar en görkemli kabukları bağlasınlar, sonra birer birer dökülsün kabuklar, morluklar iyileşsin..

Biri, boşalan kumsaatini ters çevirsin, ince kum aksın dursun, ama yine de zaman unutulsun..

U.m.u.r.s.a.m.ı.y.o.r.u.m. ç.ü.n.k.ü. .d.u.y.u.m.s.a.m.ı.y.o.r.u.m.

Boşuna telaş etmeyin efendiler, bugünlerde hiçbir şey umurumda değil, ne bindiğiniz arabalar, ne çektiğiniz diziler, ne kumsallardaki ayak izleriniz ne de alış veriş merkezleriniz.

Sorun sizde değil, bende..

Ben hayatı bu haliyle seviyorum bugünlerde..

16 Eylül 2011 Cuma

bekleme yapmayalım.. ilerleyelim lütfen..

Kadın bekledi.. Kadın çok bekledi.. Kadın o kadar çok bekledi ki, kar yağdı, karlar eridi, su yürüdü ırmaklara, nehirler taştı, su yürüdü toprağa, çiçekler açtı, tarlalar yoruldu hasattan, işçiler evlerine döndü, dünya, güneş etrafında dönmekten başı dönüp fırladı, çekti çıkardı kendini yörüngesinden.. O kadar çok zaman geçti ki, uç uca eklendi zaman, buradan kainata yol oldu..

Buz mavisi..

Zamanın terkisine atıp da aynalardaki aksimizi, her geçen an bir adım daha yakınlaşıyoruz kendi sonumuza. Karamsarlığa gerek yok, daha yapılacak çok şey olmalı diyorsak, günlerin birbirinin aynısı olmasından kurtulmalı önce..


Aynalar insan yüzleriyle mi eskir? Eskiyen aynadaki yüzümüzse, eksilen zamanın eskimesini beklememek gerek boşuna.. Biz her gün bir aynayı biraz daha eskitiyoruz ama, zaman taptaze, geçen onca yıla inat hiç eskimiyor.. Birgün zaman da yaşlanacak, ve işte o zaman, sadece ormanlar,denizler, insanlar değil, yeryüzü bile ölecek yaşlanmaktan.. Buz gibi, buz zamanı, buz mavisi..

Hiçbir şey masallardaki gibi değil, az gidiyoruz, uz gidiyoruz, bir de dönüp ardımıza bakıyoruz ki, bir arpa boyu yol görüyoruz.

Çiçek, rakı, peynir ve sombahar..

Yeryüzü yaratılmadan önce senin boynun tasarlanmıştır, ki ben olsam kesinlikle öyle yapardım. Çiçeklere, çamlara, okyanuslara, yosunlara, dağlara, akasyalara koku verilmeden önce sana verilmiştir.. Sen biliyor musun, senin boynundaki oyuğun, ben oraya yerleşeyim diye yaratıldığını? Hiç düşünmedin mi sahiden o oyuk neden orada yıllardır diye?

Yarın güzel bir sofra hazırlayalım: Çiçek, rakı, peynir ve sombahar..

İki ten değdiğinde birbirine, dünyayı durdurma güçleri olabiliyor.. Yarın dünya duracak, ve tek tek döküleceğiz uzayın boşluğuna..
  
Senin elin, benim elime çok yakışır, bunu biliyor muydun?

15 Eylül 2011 Perşembe

Ver benim sazım efendim, ben gider oldum…süremedim lavantayı, konsola koydum..

Yüzünde bin yıllık bir sessizlik vardı, seni son gördüğümde.. Hiç konuşmazdın. Bir "nasılsın" sorusu ile bütün bir günü geçiştirebilirdin.. Topraktan alacağını almış, eskimiş, güneşinden vazgeçmiş bir ağaç nasıl öylece durursa, öylece dururdun pencerenin kenarında. Gözlerindeki kederi; binlerce gün hiç susmadan konuşsam, binlerce farklı cümle kursam anlatamam, hep bişey eksik kalır..

Sanki ya sokak, ya da sokağın sessizliği ile konuşur gibiydin.. Sahi, ne anlatırdı sana o daracık sokak?

O seninle konuşan sokaktan yürürken bakardım bazen ardından.. Adımlarını sayardım, öyle sakin, öyle sükunet içinde yürürdün ki, yürümüyordun da sanki, ayaklarının altında bir cisim, ağır ağır süzülüyordun o sokağın başına doğru.. Hareketlerin yavaş.. O kadar yavaş ki, gözünü açıp kapatman bile saniyeler alırdı..

Gözlerini bana dikerdin bir süre.. Bakışırdık.. Gülümserdin.. Gülümserdim.. Gülümserdim ama, içimi korkunç bir korku kaplardı.. O gözlere baktıkça - ela mıydılar?- senin gözlerine dönüşürdüm.. O gözlerine baktıkça -kahverengi miydiler?- , dünyaya o senin gözlerinle bakmanın dehşetine kapılırdım.. Evde kimin beni bekleyeceğini sorardım kendime.. Baktıkça o gözlerine, bir bardak su istemek için birini isterdim.. Kaç milyon kare sığmıştı ki senin gözlerine -ki baktığın yerler hep aynıydı- , kaç bin sokak - ki yürüdüğün sokaklar hep aynıydı-, kaç acı -ki, o adamı sevdin, en büyük acın oydu, onsuzluktu-, kaç bin aldanma -ki ne kadar da saftın-,.. Yer yarılsa, şaşırmayacak kadar sakindi gözlerin.. Gök yere dökülse bir tanrının avuçlarından,  dönüp bakmaya tenezzül bile etmeyecektin, o kadar kayıtsızdın.. Onca olan bitenden sonra, hiç bir olayın, üzerinde hiç bir ağırlık yapmayacak olmasına özenebilirim bile..

İki büklüm oturmalar, unutup unutup defalarca kıldığın namazlar, adımlarının yavaşlığı ve bir ayak sürümesi sesi.. Ne kadar da yaşlıydın ve ne kadar da sıkılırdın boşluğa bakmaktan..

Bilirdim, gençliğinde işgalci bir Fransız asker sevmişsin.. Hiç konuşmadan anlaşmışsınız.. Hiç konuşmadan, o işin bir olurunun olmadığında hemfikir kalmışsınız  ama hiç konuşmadan sevmişsiniz birbirinizi ve hiç konuşmadan ayrılmışsınız..Yıllar sonra, seni bir adamın 4. karısı etmişler. Hiç sevmeden 3 oğlan doğurmuşsun ona,ben birine baba diyorum..

Sen demek benim için, çocukluğum demek. "yaa habibi". Upuzun gepgeniş balkonda iki yanda boydan boya dizilmiş saksıkar, vita kutularındaki çiçekler demek, o çiçeklerin gübrelenmesi demek, ve her sabah, neredeyse daha karanlıkken ortalık, o çiçeklerin sulanması demek.. Yeni yıkanmış balkon demek.. Kocaman memeler demek.. Vali göbeğinin oradaki o küçük parktaki salıncak demek, yaz akşamları sıcaktan uyuyamayınca evin içinde,balkondaki sedirde korkmadan uyuyabilmek demek, derin derin iç çekmeler demek, ah etmek demek, hep sessizlik demek, pek konuşmamak demek, bir kase mayalanmış yoğurt demek..

Sen demek benim için, bir vicdan azabı demek, içimi her seferinde kemiren, hiç kurtulamadığım.. O deperemin olduğu gece.. Gece karanlıkta, herkes sokaktayken, bir tek senin aşağıdaki evin penceresinden dışarıyı izlemen, kimsenin aklına gelmemen demek ve koşarak seni almak için geldiğimde, tam o an şimşek çaktığında ve tam o an yeniden deprem olduğunda, ve tam o an sallanırken o camlar, senin korkuyla pencereyi yumruklaman demek, ve hiçkimseyi hiçbirşeyi umursamayıp can havliyle eve dalıp, o korkuyla ağır adımlarına eşlik etmek demek.. Çok korkmuştum, çünkü her an yeni bir artçı oluyordu ve sen çok yavaş yürüyordun.. Vicdan azabı demek, seni ilk depremde oradan alıp çıkarmamış olmak, o ikinci depremde seni evin içinde yalnız bırakmış olmak demek.. N'olur hepimizi affet.. N'olur hepimize hakkını helal et.. N'olur. ya habibi.

Kayıp bir hayattı seninkisi.. Ne zaman şu türküyü duysam, aklıma hızla düşersin ve ben çok üzülürüm: (en çok da aman demelerde)

Şu karşıki dağda, kar var duman yok.. Benim sevdiceğimde din var iman yok

Vardım baktım nazlı yarim evde yok..

Ver benim sazım efendim, ben gider oldum.. Süremedim lavantayı, konsola koydum..

Şu karşıki dağda, titrer dallar..

Benim gönlüm arzu çeker, tomurcuk güller..

Kader kısmet böyleymiş,ne yapsın eller..

Ver benim sazım efendim, ben gider oldum…süremedim lavantayı, konsola koydum..







14 Eylül 2011 Çarşamba

O benim portakal ağacım!

Sevgili portakal ağacı,

Çocukluğumun geçtiği bahçede çokça portakal ağacı vardı ama ben bir tek sana sesleniyorum, bunu biliyorsun..

Ben senin gölgenden ayrıldığım günden beri büyüyorum, ve nerede bir portakal kokusu duysam, yeniden gölgende dinleniyorum..

Çok yağmur yedin benden uzakta, çocukluğumdan uzakta biliyorum, ama ben ne zaman yağmur yesem (ki, bazen ekmek bile banıyorum yağmur suyuna) birazını sana ayırıyorum.

Nasılsın?

Benden başka arkadaşın oldu mu ben gittikten sonra? Kaç çocuk çadır kurdu gölgene? Anneleri onlara da kızdı mı çarşaflar kirleniyor diye? Babaanneleri var mıydı sahi eteklerinden çekiştirdikleri ve mutlaka koca memeli? Onlar da babaannelerinin memelerinden dondurma parası yürütmenin hesabını yapar mıydı? Hem onların da babaanneleri benimki kadar sever miydi çiçekleri? Balkondaki küpe çiçeğini, yıldız çiçeğini ve kaynana dilini? ve ille de ayçiçeği çekirdeklerini?

Dizimi kanattım gölgende.. Akan kanı yaprağına sildim de o gün kan kardeşi olduk saydım senle..N'olur unutma..   

Sevgili Portakal Ağacı(m),
Seninle sırtsırta  verip de sıcak akdeniz günlerinde esen rüzgara ne kadar da sevindiğimizi hatırlıyorum.. Şimdilerde böyle sevinçler kalmadı ya, artık bayram günleri de kalmadı, hepimiz tatildeyiz.. Sen bizim kusurumuza bakma...

Sen bizim kusurumuza bakma, senin gölgenden ayrılalı her gün büyüyoruz.. Babaannem büyümekten öldü.. Annemin yüzü kırıştı. Babamın artık saçları bembeyaz ve her akşam rakı içiyor.Abim baba oldu.. Kardeşim daha yeni doğmuştu, hatırlar mısın? ve daha o zamandan ilk bana anne demişti..

Ben, sevgili portakal ağacım, sadece senin gölgendeyken büyümüyordum sanki.. ve ne zaman varıp gittiysem bir portakal ağacının yanına, henüz daha büyümeye başlamadığım andan, o çocukluk anımdan yani, yeniden başlıyorum hayata...

Sevgili portakalağacım,

Bizden rahmetini esirgeme.. Unutma, burada sana yediği yağmurdan bir lokma ayıran ve -iyi ki- senin hala çocuk olarak hatırladığın birileri var..

Çiçeklen durma!


sabah sayıklaması

Birkaç gündür kan ter içinde uyanıyorum gecenin kör bir vaktinde, ve birkaç gündür sen bilmiyorsun hangi vakitte kimin aklına düştüğünü.. Bilmiyorsun; sen en derin uykundayken, senin elini tutup da -düşmemek için- yeniden uykuya dalmaya çalıştığımı..  Oysa ben, kapatıp ışığını evrenin, dalınca uykuya, en derin kuyuların dibinden izlerdim düşlerimi.. Oysa ben, çokça zamandır sabahları bilmezdim sesimi ve çoktandır unutmuştum sabahın bu vaktinde bir pencere kenarından hayata gülümsemeyi..

Kimse dağıtmasın sabahları sesindeki kuş cıvıltılarını. Bana sakla, hepsini teker teker öpüp o kuşların, öyle uçuracağım gökyüzüne..


13 Eylül 2011 Salı

med-cezir

Hiç tanık olmadım ya, adım kadar, damarımdaki kanım kadar eminim, sen geldiğinde gülecek bu sokaklar.. Sen geldiğinde, vapurlar tam zamanında, sen geldiğinde, daha bir İstanbul olacak İstanbul..

Adımlarımı sayıyorum bazen kaldırım taşlarına bakarken ve ne zaman havalansa bindiğim uçak bir gece vakti, İstanbul, siyah kadife bir kumaşın üzerinde dağılmış bir mücevher gibi sere serpe uyuyor...  İşte, sen geldiğinde, kendiliğinden ipe dizilecek sokak lambaları ve bir tek ben biliyorum, sen geldiğinde boynumda bir gerdanlık yanacak pırıl pırıl..

Sen ne zaman geldiysen gülmüştür balıkçıların ağ tutan kalpleri ve mavi bir marmara boyanır haritalara sabah vakitleri..

Ne zaman döküldü salkım söğütlerin saçları yerlere bilinmez ama, sen ne zaman dinlendiysen gölgelerinde, bir bulut geçer gökyüzünden ve gölgelenir söğütler..

Sen geldiğinde, çiçekçiler daha bir çingene, işçiler daha örgütlü, fırınların ekmekleri daha bir taze kalır, daha bir sıcakken ulaşır sofralara..

Hiç hesaba katmayacağım gidişini, ölümü hesaba katmadığım gibi..






12 Eylül 2011 Pazartesi

ikimizden "biz" yapacağız gör bak

Senle ben, aynı göğün bulutları, aynı bağın üzümleri, aynı gecenin yıldızlarıyız.. Hani, başka rüzgarlar karıştırsa da saçlarımızı -ki benim saçım senin saçından çok, biliyorum- senle ben, aynı şiirin mısralarıyız..

Bir orman düşün şimdi, gece olsun ve puslu olsun, senle ben aynı ormanın iki ağacıyız sanki biraz, sen bazen çam kokarsın, ben bazen ıhlamur..

Ayrı ayrı olsa da güneşte gölgelerimiz, senle benim gölgem gece karışır birbirine, gece hiç ışık yokken ne yerde ne gökte, dünyanın içine battığı karanlıktır ikimizin gölgesi..

Güneşten sakınırım seni ya, senle ben bazen iki adımız aynı şemsiyenin altında, şemsiye kırmızı, ve her nasılsa yağmursuz günlerde de güzel olan.

Biz ikimiz, aynı güle aşık iki bülbül müyüz ki, duyan duymayan bizi birbirimize aşık sanar bilinmez ama, senle ben diyorum, dünyanın merkezindeki magmayız, ne zaman yan yana gelsek, bir volkan..

Senle ben bazen tuhaf bir matematiğiz, ayrı olduğumuzda "sıfır", toplandığımızda "biz", çıkartıldığımızda birbirimizden "hiçlik" ve çarpıldığımızda "sonsuzluk" eden.. Eşitsizliğin öte tarafında bir çocuk gülümseyecek, ve ya türevli ya da integralli olacak işlem.

Seni alsınlar, bana katsınlar, bak nasıl da kulak memesi kıvamına geliriz, hünerli bir kadının ellerinde. Karın doyuran ekmek, bir yoksul evinde..

Bir çocuğun acemice boyadığı boyama kitabında, sen maviysen ben kesinlikle kırmızı ve her seferinde çizginin dışına taşan..

Anla artık, senle ben, yazılmış en güzel yazgıyız, ne zaman yanyana geleceği belli olmayan..


11 Eylül 2011 Pazar

bişey var

efenim saat kaç bilmiyorum ki, bildiim bişey var o da: ben sarhoşum..
yokluğunuz her daim..
oysa.. sizinle..nefis bir akşamüstü, bir okyanusun üzerine kurulmuş bir masada, rakı içmek isterdim
 
oluru var mı? pek yok gibi..
 
kendi sorularıma kendim cevap vermeye alışmışken.. kendi sorularıma sizin cevap vermenizi beklemek de neyin nesi?
 
hayır..düşündüğünüz gibi değil.rakı şişesinde balık olmak kar etmedi..mesele, sizin rakınızda balık olup, içtiğiniz her yudumda içeri sızabilmekte..
 
oluru var mı? pek yok gibi..olsa halbuuuse.. dünya daha iyi bir yer olur..
 
rüzgarın. şu yağan yağmumurun.. şu yağmurdan sonraki derin sessizliğin.. şu derin sessizlikteli martı sesinin.. şu martı sesindeki yırtıcılığın anlamı daha güzel olur muydu?
benim için bunu cevabı "-evet"
 
bir yaprağın yere düşüşü.. bir kalbin "çıt" diye kırılışı.. bir karıncanın yuvaya yemek taşıması.. bir "en sevdiğim şarkı"nın bir notası.. bir kelebeğin esintisi.. daha anlamlı olur muydu?
benim için cevabı yine "evet"
 
şimdi kafam güzel diye mi yazıyorum sizce bunları
işte bunu cevabı benim için "-hayır" gözümün nuru..
 
insan sarhoşken efendim.. sustuğu cümleleri konuşur..
evet.. kabul.. bir takım alkol girdi bünyeme..
ve fekat.. yine de varlığınızın yokluğunu hafifletmedi.. hafifletsin istiyor muyuz? bunun da benim için cevabı" hayır..
zira..
varlığınızı hayatıma kattığı en küçük anlamları bile seviyoruz..
işin özeti bebeeem
tüm bu cümleleri.. şu özete gelebilmek için kurduğumu ancak şimdi anlayabiliyorum: seni seviyorum...
 
lütfen.. sen de beni sev..
selametle..

Alaaamla ben iki tek atarız nadiren..

Pişt, Alaaam, orda mısın?

Hah, iyi.. N'aaber?

Benden de iyilik olduğunu biliyosun, lütfen bana soru sorup varlığına gölge düşürmez misin?

Hmm.. Haklısın aslında, ben de senin yerinde olsam, benle hiç iletişime geçmeyen bir kulumla ilgilenmez, bir derdi var mı diye arada bir tencerenin kapağını kaldırıp bakmazdım.. Bırakırdım, pişerdi ağır ateşte..

Neyse, nasıl gidiyo? Dünya nüfusu artıyor burada bilimsel olarak, ve dünya nüfusu değil artan sadece, kötülükler de artıyor. Savaşlar, açlık, haksızlık.. Benim yaşadığım ülkede bile (bilmiyorum, sende de ülke ülke ayrım var mı, bana yok dediler, sen sadece hangi peygamberin peşinden gittiğimize göre sınıflandırıyormuşsun bizleri.. Biz böyle şeyler yaptık işte, çitler, mayınlar filan..) cinayetler, şiddet, hergeçen gün artıyor..

Pardon ya, haklısın, son zamanların en yoğun günlerini yaşıyorsundur, zamanın kıymetli farkındayım da.. Sen de bi mola ver ya.. Bak elimde bir büyük var.. Suriye rakısı olduğundan kelli, senin dilinde bir takım yazılar var üzerinde, ben bilmiyorum ama "lütfen Allah'la içiniz" yazıyor galiba.. Bi de "lütfen soğuk içiniz" yazanlar var, onları geçiyorum da gel senle iki tek atalım..

Eyyvallah Allaaam.. Geç şöyle baş köşeye.. Bu kadar kulluk edenin var, ama şurda iki samimi konuşucaz, gel şu eşitsizliği bozalım, sen sakilik yap.

Buz?

Eyyvallah..

Hadi bakalım.. Neye? Sağlığıma evet...

Haketten eline sağlık, demek güzel incir bahşetmişsin bu yıl.. Ama ben biliyorum, senin sadece incirlerin değil, çiçeklerin de güzel. Kışın bazen üşüyoruz ama, senin baharların yaz akşamların da pek güzel. Sahi, sen tek başına rakı içerken mehtabında hangi uydular var? Mavi-yeşil mi mesela senin mehtabın? Öyle mi izliyosun bizi?

Yok, canım, öyle mi dedim ben şimdi?? Aşkolsun...

Aşkolsun demişken.. Allaaam be.. Aşk olsun sahiden de..

Bak şimdi, ufaktan mevzuya girebilirim..

Olm, seveyim şu adamı, aşık olayım istiyorum anlasana yaaa.. Oho, iki duble içtin, kim olduğunu unuttun sen. Sahi, niye yasaklıyosun ki bunları bize? Herneyse, ne diyorduk? Bişey yap n'olur, ve o yaptığın şey, içimi bir aşk ateşiyle yaksın. Beni yak, -kendini de yakabilirsin, bence bir mahsuru yok- ama herşeyi yakma.. Tamam, uzatmıyorum, Allah'sın sen anlarsın, ama yine de özet geçiyorum. Beni ona aşık et, onu da bana..
Hadi annem.. Madem derdimi söyledim, e sen de hızlı içtin, fazla oyalanma buralarda, arkadaşlarım gelicek, seni görmesinler.. Arka pencereden çık bi zahmet..

Peygamber arkadaşlara selam söyle,

PS: Bunları okuyanlar günaha girdiyse, benim adisyona yazar mısın onları?

Görüşürüz.. (belki..)

Öptüm, kib bye,

olric'li diyaloglar..

-ben söyleyeyim, sen yaz Olric..
-önceki yazdıklarımı sileyim mi efendimiz?
-silmeden yaz Olric..
-yeniden yazmak için önce silmek gerek efendimiz..
-sil o zaman Olric..
-baktım da.. zaman benden önce silmiş efendimiz.


-yine karanlık oldu olric, gece mi oldu?..
-gözlerinizi kapatırsanız gündüz olur efendimiz..
-uyuyalım mı diyosun? -düşe düşelim efendimiz..

-içelim olric..
-içelim efendimiz..
-bu denizin mavisi çok güzel, ona da içelim olric.
-gece daha güzel olur, daha çok içeriz efendimiz...
 
 
 
 

kimle diyaloglar..

-Bak yine, sana doğru kaçtı aklım, n'oolucak bu halim?
-Sen kimsin?
-Ben ayışığı.. Tepeden tırnağa..
-Yıkamalı seni.
-Hem de yağmur suyunda
-Hayır, ayın ışıklarında.


-Garson bey, bana oradan bi "güzellik" getirir misiniz? Çimenli ve buğulu
- Öp ki
-Öpmek bir fidandır,  büyüyünce sevişebilen..


-Gene bana bir güneş, bir ağaç yeter de, sen epey bir dünyalısın, arada bahar lazım, papatya lazım, gene beni bir bulut örter de, sen çok beyazsın, arada pike lazım, yorgan lazım, elim durur mu, yapıştırmış cevabı, bana bile arada aşk lazım.
-Bu seni özlemek de neyin nesi?
-Bir yerde bir hata olmalı
-Olmasın


-Bu kadar mı şans getirerek girilir bu hayata? Sahi tam nerden girilir bir hayata?
-Kalp kapıcığı.. Halk arasında bu kapıcık -çok küçük olduğundan- kapakçık olarak bilinir..
-Bir yerde doğru da, madem beyazsınız, neden kalbe dalmayasınız,
-Esmerim renklerden, beyaz olsam  güneş beyaz bırakmazdı beni..
-Tutmadı yani balzamin?
-Akdenizin kızı olduğumu unutmayınız
-Akdenizde ya da öyle isimlendirdiğiniz yerde, denizkızı bulunmaz mı?
-Kendimden sayardım denizkızlarını.. Gençtim o zamanlar.. Yüzgeçlerim çıkacaktı az daha uzun olsaydı yazlar..

10 Eylül 2011 Cumartesi

Bir-kaç soru..

Bir yüze kaç kırışıklık sığdığında biter ömür? Bir kalp, kaç kez aşkla boğulduğunda soğuyup taşlaşır? Bir çift göz, kaç gün batımı, kaç kelebek görünce, görmez olur artık? Kaç soru sorduğunda akıl, ve kaç cevap aldığında artık soru sormaz olur? Bir kulak, kaç nota duyduğunda silinir müzik? Ayaklar, kaç sokak geçtiğinde artık tanıdık gelir yeryüzünün bütün sokakları? Bir yolcu, ne kadar yol katettiğinde artık yolcu değil de yolun kendisi olur? 

Sayılarla mı ölçülür bunlar, ve zaman saniyelerle, dakikalarla mı ölçülür? Bir ömür uzun yıllar sürerse mi uzundur, uzun yollardan geçerse mi? Bir göğe kaç bulut sığar? Bir nehirden kaç damla akar da kavuşur denize? Bir denizin dibi kaç düşün kalıntısını taşır? Bir ağacın kaç yaprağını, kaç rüzgar savurunca gelir sonbahar? Bir kırmızı kaç kırmızı eder ? Bir salıncağın kaç çocuktur ömrü?

-Sahi beni ne kadar seviyosun?
-Hiç sevmesem kaç yazar?

9 Eylül 2011 Cuma

Titreyen taş, güneş, ve yağmur suyu..

Bir dağın bir başındaki bir taşın bir yalnızlık hikayesine benzerken hikayem, ve kar yağarken durmaksızın üzerime üzerime, ve üşürken, ve titrerken –taş titrer mi deme, kimse görmezken titrer taşlar, bu yüzden gören olmamıştır- yamaçlardan gelen sesinle bozuldu yazgım ve çığ olup düştüm eteklerine, al ısıt beni şimdi nasıl ısıtacaksan bu taşa dönen kalbimi.

Güneş bir uçurtma, ipi senin ellerinde olan, bundandır senin her ufuktan görünüşünde ardından güneşin gelmesi her sabah, ve her akşam sen gittikten sonra gitmesi güneşin, ve dünyanın benim bulunduğum heryerinin- her neredeysem-  karanlığa batması, karanlıkta yıkanması. Buna gece diyorlar ya, ben gecelere sensizlik diyorum bu yüzden.

Bulutların arasına hamak yaptım sana, düşlerin mavi olsun, ferah olsun, bulut bulut olsun diye,
Buz biriktiriyorum, içeceğimiz rakının tadı olsun diye,
Ve yağmur suyu biriktiriyorum, geldiğinde yıkanalım diye..

8 Eylül 2011 Perşembe

içinden şarkı geçen kelimeler..


Şu yoldaki yaylılarım ben:
http://fizy.com/#s/152muu

Dertlenen, ümit besleyen, yalvaran, ağlayan, gülen, susan, konuşan, heyecanlanan, bir ırmağın kenarından sızan..

Bu dağdaki ayışığısın sen:
http://fizy.com/#s/16qbvw

Işığını denize bırakırsın, ben toplarım gece geç vakitlerde deniz kenarlarından.. Ağır olur hareketlerim.. Adımlarım sessiz, sesim nefessiz, gönlüm dipsiz, ellerim sensiz..

Sessizimdir aslında, pek sevmem konuşmayı ben..  Sen varken şu kuyuda sesim ben:
http://fizy.com/#s/153gm1

Susuyorsam çoğunlukla, ve çoğunlukla konuşuyorsam yanında, seni o dipsiz kuyudan çıkartıp gökyüzüne oturtmak isteyişimdendir..

Kapat ışığını, duy sesimi.. Duy ki, Eylül'e rağmen bir çiçek açıversin midemizde.. Duy ki, yollar iplik gibi olup dolansın da birbirine, o yollar yumağında, senin evinin yanından geçen yol, benim evimin yanından geçen yola kavşak olsun ve sen karıştır bir gece yolları bana gel..

Sonrası da hep sevdiğim, en sevdiğim Pasifik mavisinin kımıltısı işte bak - Hüznün en mavi hali işte- :
http://fizy.com/#s/16rxmy


N'olur sanki her denizi başka renge boyasak? Günler rengarenk olsa,ve uzaktan baktığında çocuklar bizi gökkuşağı sansalar?

6 Eylül 2011 Salı

Ölümden önce bir hayat var..



Hayatın, bir gün bir gemi olup benden böyle ağır ağır uzaklaşacağı aklıma gelmezdi.. Buradayım şimdi.. Bu Pasifik Okyanusu'nun ortasında, ve denize düştüğümü hiçkimse görmedi yıldızlardan başka..


Hepsi bu kadar mıydı? Bu muydu o kadar da kurguladığım sonum? Az sonra ya ısı kaybından öleceğim, ya da bilmediğim bir köpek balığı beni dibe çekecek ve oradan yıldızlara karışacağım..

Ne yani, bu muydu hayat? Böyle mi sona erecekti? Böyle ıssız, böyle kimsesiz, böyle bu kadar yalnız, bu derece soğuk, bu kadar korkutucu ve göz göre göre..


Biri dönüp baksa geminin kıç tarafından, beni görecek ve "denize adam düştü" sinyali verilecek, ve hayat iyimser haliyle devam edecek.. Ama gecenin üçü ve bu saatte pasifik okyanusunun ortasında uyanık kalmak için hiçbir sebep yok, hele de kıç tarafta gezintiye çıkmak için intihar düşüncesiyle dolmak gerek, ki intihar etmeye niyetli bir adamın ölmek üzere olan birini gördüğünde kurtaracağını değil, imreneceğini düşünürüm..


Bu muydu sahiden? Bu kadar mıydı?


Meğer yediğim son yemekmiş bu akşam yediğim.. Bilsem, ekmeğimi yemeğin suyuna bandırırdım..


Son elmayı dişlemişim, son günaydın'ı duymuşum, son uykumu uyumuş, son düşümü görmüşüm.. Ne tuhaf, bir cesedim bile olmayacak..


Gemi gittikçe uzaklaşıyor.. Okyanus, bir okyanus için çok sakin.. Yıldızlar, denize düşmeden önce dişlediğim elma kadar büyükler.. Suya düşmüş benimle oynaşanlar bile var.. Hayat bana ölmeden önceki son hediyesini veriyor..


Ne yani.. Hepsi bu muydu?


Üşümeye başlıyorum.. Hipotermia başlıyor.. Birazdan uyuşmaya başlayacak heryerim.. Birazdan düşünmek bile kalmayacak..


Hayatın, bir gün bir gemi olup benden böyle ağır ağır uzaklaşacağı aklıma gelmezdi.. Ezberlediğim şiirler, aşklarım, ailem, yürüdüğüm sokaklar, yırttığım rüzgarlar, sevişmeler, sevilmeler,  yediğim yemekler, gittiğim ülkeler, topladığım deniz kabukları, başak tarlalarının kımıltısı, elmadaki kurt, ağaçtaki erikler, en sevdiğim şarkılar, en ettiğim küfürler, kahkahalarım, susmalarım, sesim, sessizliğim kaldı o gemide..

Geriye kalan sadece yıldızlar..

Hepsi buymuş, evet..


4 Eylül 2011 Pazar

Eylül'deki ilkbahar..

Ya sen bir çiçeğe benziyorsun, Eylül'de açan, ya da seninle mevsim hep ilkbahar..

Zaman icat edileli, aylar, mevsimler birbirini kovalayalı çok oldu, biliyorum, ama sen ne zaman açtıysan gönlümde, bende hep ilk bahar..

Evimin önü tramvay yolu.. Bir çıngırak sesi uzakta.. Bu sabah erkenci.. Günün hırsızı olur mu hiç deme sakın.. Bugün Eylül, ve gün hırsız.. Çaldığıysa yine ilkbahar..

Çalan şarkı mızıkalı.. Bayramda elini öpmeye gelmiş bir yaz.. Şarkıdaki mızıka sesi: işte sana yine ilkbahar..

Bir gül açtı bahçemde.. Bir kuş kondu dalına.. Hepsinin sebebi ilkbahar..

Zamanı, zamanla ölçmüyorum artık, saçlarının lavaboyu tıkaması: saniyeler; öpüşmek: dakikalar, kokunun çıkmaması o kadar da havalandırdığım odadan: saatler, sevişmekse her daim ilkbahar..

Sarhoşuz biz, hadi uyuyalım, uyandığımızda misafir olarak gelecek ve bu sefer yatılı kalacak ilkbahar..