28 Ekim 2015 Çarşamba

Kötü günler, daha kötü günleri kovalıyor..

Sevgili Ah,

Yeryüzü bu kadar acıya dayanıp da yok olmazsa, bundan 200 yıl sonra bile anılacak, üzerinde konuşulacak günlerden geçiyoruz, tarihe tanıklık ediyoruz Ah. Öyle bir zaman dilimine denk geldik ki, gelecekte yazılacak tarih kitaplarını okuyanlara, "oradaydım" diyebilirdik öyle bir şansımız olsaydı.

Orada olmadıysak bile olabilirdik Ah. Hemen hepsinde olabilirdik. Bugünlerde yaşanan her şey bizim başımıza gelebilirdi. Misal, ben.. Antakya'da değil de, yüz kilometre daha doğuda doğmuş olsaydım, belki şimdi bir mülteci kampında, açlıkla baş etmeye çalışıyordum, ya da batan bir mülteci botunda kaybolan ailemin yasını tutuyordum belki. Annemin değil de, komşumuzun rahmine düşseydim, Alevilerin başları gövdelerinden ayrılırken, korkmadan uyuyabileceğim tek bir gecem olmayacaktı. Cizre'de bir kürt ailede doğmuş olsaydım, günlerce buzdolabında saklanabilirdi cesedim Ah.

Orada değildim mesela, ama o gün Ankara'da olabilirdim ve adını bile bilmediğim bir insanın, misal, kalbinin parçaları, benim yüzüme çarpabilirdi.  Orada ölebilirdim demiyorum. Matematiğim iyidir, bilirsin. Bütün bu olasılıkları "orada ölebilirdim" parantezine alıyorum.

Suruç'taki çocukların yanında da olabilirdim. Çocuklara oyuncak götürmek ne sıcak bir fikir, değil mi Ah? Çocukları da severim, oyuncakları da..

Sanırım bütün olasılıkları yazamayacağım, Ali İsmail'i döven adamlardan İstanbul'da yok muydu? Mesela, o gece, yanımdakinin kafasına gelen gaz fişeğinin bana gelmemiş olması şans mı? Gecenin bir yarısı kendi evinde öldürülen insanların olduğu bir ülkede, ben evimde güvende miyim?

Bizi yönetenler hiçbir zaman iyi değildi diyebilirsin. Sana hak verebilirim.. Ama bu kadar kötü hiç olmamışlardı.. Erdal'ı asarken bile yaşını büyütüp öyle asmışlardı. Uymaya çalıştıkları bir hukuk vardı. Şimdi o bile yok elimizde. İstediklerini yapıyorlar, üstelik hukuksuz, üstelik hiç hesap vermeden.. En tehlikeli iki şey yan yana orta yerimizde duruyor. Kötülük ve kötüleri kayıran hukuk. Aklım almıyor Ah. Aklım alsa, kalbim almıyor.. 

O kadar kötüler ki, binlerce kişinin içinde bir bomba patlıyor, ortalığa et parçaları saçılıyor, sağ kalanlardan biri “canlı var mı?” diye haykırırken, oraya, o an, gaz bombası atabiliyorlar. O kadar kötüler ki,  bir babanın evladını önce silahla vurup, yere düştüğünde döverek öldürüyorlar, ve o evladın babasını "polise görevini yaptırmadı" gerekçesiyle dava açıyorlar. Öyle kalpsizler ki, bir insana 28 kurşun sıkıp, ölüsüne küfür etmek yetmiyor hınçlarını almaya, onu bir arabaya bağlayıp sokaklarda sürükleyebiliyorlar. Bütün bunları aklın alabiliyor mu Ah? Ya kalbin?

Öyle güzel çocuklar ölüyor ki, toprak olsam, alamam koynuma. Toprak olsam Ah, o güzel gülüşlerle, yeryüzündeki en güzel çiçeği yapar, fırlatırdım yeryüzüne.  Ama dışarıda, daha önce hiç görmediği güzellikteki çiçeği ezmekten zevk alacak insanlar var. Geçenlerde Ankara'da garın önüne bırakılan karanfilleri tekmeleyen bir adam gördüm mesela. Sonra onun yalnız olmadığını gördüm.

Öyle güzel gülüşlü çocuklar ölüyor ki Ah, mesela, o ekmeği alacak, eğer para üstü kalırsa, o parayla sakız bile almaya kıyamayıp, götürüp annesine verecek paranın üzerini. Biliyor çünkü babasının zamanında tezgahta simit sattığını, annesinin ona haram lokma yedirmemek için neler yaptığını. Öldü o çocuk.. 46 kilo idi vurulduğunda. 267 gün uyudu. 16 kilo idi öldüğünde. Bir çocuğun kaşları güler mi hiç Ah? Ben o fotoğraflarda görmüştüm bir keresinde. O çocuğun gülen kaşları vardı. En çok neyi merak ediyorum, biliyor musun? 267 gün, hiç rüya gördü mü o çocuk.. Gördüyse, nasıl rüyalardı onlar.. En çok bunu merak ediyorum.. Bir de, Soma'da oğlu ölen teyzenin sorusunun cevabını çok merak ediyorum. "Oğlum yüzme bilmezdi, suyun içinde ne yaptı"

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz diyorlar. Burada bana sunulan seçeneklerden "hep beraber"i tercih ediyorum tabi ki, ama ya o kutudan "hiç birimiz" çıkarsa diye çok korkuyorum.

Sana hiç olur mu bilmiyorum, anlatmak istediğin çok şey vardır, birkaç tanesini anlatır, susarsın. Bana sık oluyor bu. 

Daha ne kadar acı yaşayacağız, bilmiyorum Ah. Yaşadığımız topraklar, içimize dert.. "Bir derdim var, bin dermana değişmem" deyip, gitmiyoruz bir yere. Bunlar yaşadıklarımızın en kötüsü müydü, yoksa daha kötü günlerimiz olacak mı, bilmiyoruz. Biz birbirimize sahip çıkalım, "Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz" diyen çocuklara dönüp "hep beraber" diyelim, biz hesap soramasak da hesap sorabilecek güçte olanlara sahip çıkalım ve bütün kalbimizle ilahi adaletin ve cehennemin gerçek olmasını dileyelim. 

Çocukluğuma dair çok net hatıralarım var Ah. Çekirdek yerken, avucumun bir kenarında kırılmış çekirdekleri biriktirirdim. Sen de yapmışsındır. Hatırla.. Nasıl büyük bir sabırla yapardık bunu..  O avuç dolusu çekirdeğin tamamını yiyeceğimiz anı düşünerek yapardık...  Bunu unutmuyorum. Unutmuyorum Ah... Bütün bu olanların hepsi aklımda. Hepsi.. Bütün bu olanları yaşarken duyduğum öfkeyi mıh gibi çaktım aklıma.. Öfkemi biriktiriyorum avucumun içinde. Ve bir gün Ah, o avucumun içindeki öfkeyi bir tokat olarak suratlarına vuracağım zamanın hayalini kuruyorum.  Sen de yap bunu.. "Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz" diyen çocuklara dönüp "hep beraber" diyelim. 

Bu kadar kötülükle biz baş edemeyiz çünkü Ah. Bu kadar kötülükle başka türlü baş edemeyiz.

Hep beraber olmak üzere..

.... "together we stand, divided we fall"...











23 Temmuz 2012 Pazartesi

Rüya


Sevgili Seride,

Sana bu mektubu, tuhaf bir yerden yazıyorum. Aslında dünyanın her yeri tuhaf Seride. Sen de tuhaf bir hastane odasındasın mesela şu anda. Sonra oradan çıkıp, tuhaf bir arabaya binip, tuhaf bir eve gireceksin. Herşey ne kadar da olağan değil mi? Her an başımıza herşey gelebiliyor ve bizim bunu bilmemiz Seride, her zaman içimizi hafifletmiyor işte, görüyorsun.

Sen de arabada kimse yokken ağladın, değil mi?

Yaşam bize, onu kurgulama fırsatları sunmuyor değil. Fakat, o fırsatları ne kadar iyi değerlendirdiğimizle de sandığımız kadar ilgilenmiyor galiba. "Neden ben?" sorusunun cevabı hiç olmadı ki zaten Seride. Bu sorunun en doğru muhattabı olan Tanrı bile,şimdiye dek kimseye cevap vermedi. Kimse hala bilmiyor, neden o olduğunu. -Neden sen olmayasın ki hem?

En beylik, en sıradan lafları düşün Seride.. Gündelik hayatta en uyduruklayarak kullandıklarımızı hatta... Hapşırana "çok yaşa" dediğimizi.. -ne dediğimizin farkında bile olmadan.. İstediğimiz birşey olmadığında "sağlık olsun" dediğimizi.. -bunun ne demek olduğunu doğru dürüst bilmeden.. En ufak bir kaza atlatana ya da hastalanana  "geçmiş olsun" dediğimizi.. -geçmiş olsun.. bitmiş olsun.. hiç yaşanmamış olsun demek istediğimizi bile bilmeden.. Bazı kelimeler Seride, öncesizler ve ancak  bazı anlardan sonra kazanıyorlar anlamlarını..Bazı kelimeler Seride, bazı anlarda her zamankinden daha iyi geliyor insana..

Sahi, yapmak isteyip de yapamadıklarını düşünmeye başladın mı?

Geçenlerde bir rüya gördüm Seride.. Doktora gitmişim. Doktor bana hastalığımın tekrarladığını söylüyor ve ekliyor "tekrarlayan vakalarda, tıbbın elinden pek birşey gelmiyor".. "Peki.." diyorum.. "Ne kadar kaldı?".. (Fazla soru sormak, daha çok cevap alacağın anlamına gelmiyor ki Seride) "Üç,dört ay" diyor.. Çıkıyorum.. Annem bütün endişesiyle arabada beni bekliyor.. Arabada, radyo açık. The Doors çalıyor.. "The End".. (This is the end.. my only friend.. the end...no safety no surprise.. the end..) Bir sigara yakıyorum.. Annem "içme"diyor.. "Daha uzun bir yaşam artık mümkün değil" diyorum.. Arabayı sürüyorum.. Bir uçurumun kenarına çekiyoruz.. Çok dik bir uçurum.. Deniz çok uzakta Seride.. Güneş de öyle.. Çok rüzgar var.. İkimizin saçları birbirine karışıyor rüzgarda.. "Ne yapacaksın?" diyor.. "Anne, işi bırakmak istiyorum" diyorum.. "İyi, bırak kızım" diyor.. "Anne, Barcelona'ya gitmek istiyorum" diyorum.. "Nasıl istersen.." diyor ve sessiz kalmayı çok kısa bir süre için başarabiliyor.. "Gitmesen?" diyor.. "Zaten az zaman kalmış.. birlikte olsak?".. Birlikte olsak, her gün ayrılacağımız günü düşünüp ağlayacağız anne diyorum içimden.. Gideyim ben.. Akşam üzeriydi Seride.. Rüyada gün batımı ne anlama gelir, bilmiyorum, ama gün batıyordu.. Her nasılsa gözlerimi açtım.. Gün doğmak üzereydi Seride.. 

Şimdilerde istediklerini, iyileştikten sonra hiç unutma Seride. Bu günler geçecek, geçiyor da işte..Ağrılar, sızılar gün geçtikçe azalıyor.. Hepsini kaldırıp bir kenara atıyorsun.. Önce ağrılarını, sonra da istediklerini unutuyorsun.. Unutma Seride.. Gündelik telaşlar, hortumu kocaman bir fil gibi hayatında yeni açılan bütün filizleri koparmasın. Başına ne gelirse gelsin.. Mutlu olmanın yolu bir şekilde bulunuyor.. Ama o yol, o istediklerini yapmaktan mutlaka geçiyor..

Boşuna dememiş şair: "Başımıza gelen bütün bu şeyler, dünyada olmamaktan daha iyi.." ..Daha iyi Seride.. İnan, daha iyi..

4 Ocak 2012 Çarşamba

hayatın şeker tadı..

bir gün kendini öyle bir yerde bulursun ki, koca kainatta olmak istediğin başka bir yer olmaz.. yaşamış, yaşayan hiç bir insan, hiç bir menekşe, hiç bir bulut, hiç bir kedi, hiç bir ırmak, seni çağırmaz olduğun yerden.. hep orada olmak istersin..

yaz günü bir tene düşmüş bir su damlası gibi, usulca eriyip, biraz buharlaşıp, düştüğün tenin gözeneklerinden içeri sızıp orada kaybolmak istersin..

onca yaşadığın yalnız anları, yürüdüğün sokakları, su içtiğin çeşmeleri, boğulduğun denizleri, seni kahreden şarkıları, düşsüz uykuları, vedaları, düştüğün yolları, unutmaları, unutulmaları, vefasızlıkları elinin tersi ile bir kenara iter, hayata yeniden başlarsın.. her şeye yeniden başlarsın.. biraz acemi, biraz aceleci.. biraz sessizce akıp giden bir ırmak gibi, biraz bulutların ardından sahneye çıkan güneş gibi.. bazen yeni doğmuş bir bebeğin uykusundan uyanışı gibi..

ardında kalan hiçbir şey içini acıtmaz, yüzünü döndüğün şeyi gördükçe.. bir çırpıda silersin her şeyi.. bir solukta unutursun bütün kötülükleri, geriye sadece iyilikler kalır..

giden hiçbir şeye üzülmezsin, gelene yakınlaştıkça..

hayat bazen bazı anları siler, ve sen sadece sevdiğinle kalırsın.. hayat bezen bütün gürültüleri siler, ve sadece en sevdiğin şarkıları duyarsın.. hayat bazen btün bulutları iter bir köşeye, ve pırıl pırıl bir gökyüzüne bakarsın..

"tadını çıkart" diyerek piçlik etmeyeceğim.. tadını hiç kaybetmemek için ne yapmak gerekirse onu yap..

26 Aralık 2011 Pazartesi

neye içiyoruz?

bizi, birbirimizi bulmamız için hazırlayan hayatın ta kendisine.. hiç eskimesini istemediğim, gideceğim her yerde, kalbime asılı dolaşacağım o koyun koyuna fotoğrafımıza.. senin yüzündeki, asla ihanet etmeyeceğim gülümsemene.. içimden hiç çıkmasını istemediğim kelebeklere.. geç değil, erken değil, tam zamanında olan doğduğumuz günlere.. vazodaki güllere.. birbirimizi beklediğimiz dünlere.. birbirimizin yannda olduğumuz bugünlere..

ikimizin arasından gelip geçen her saniyeye.. evin salonunda dolanan ve yüzüme çarpan her notaya..

neye içiyoruz?

sadece düne değil.. sadece bugüne değil... yarına.. birlikte geçireceğimiz kışın en soğuk gününe.. bize, ısınmak için birbirimize ihtiyaç duyduğumuzu zannettirecek bütün soğuk gecelere.. mutlu günlerimize.. hiç eksilmeyecek zannettiğimiz huzurumuza..

yaralarımıza sonra.. acılarımıza.. yalnız geçirdiğimiz tüm günlere.. sesimizi kimsenin duymadığını düşündüğümüz karanlık sokaklara.. eskimiş adımlarımıza.. bizi birbirimize hazırlayan bütün karanlık günlerimize.. sayıklamalarımıza.. kan ter içinde uykulardan uyanmalarımıza..

neye mi içiyoruz?

bizi; evrendeki birbirinden en uzak noktada duran ikimizi, yanyana getiren ne varsa ona.. bizim birbirimize kalmamız için, kimler gitmişse; onlara.. biz, birbirimizi duyalım diye, kimler susmuşsa; onlara.. biz, birbirimizin yanında mutlu olalım diye, kimler bizi üzmüşse, hepsine..

şimdi senle ben.. ikimiz.. ikimiz olmayı becerebiliyoruz ya.. içmesek bile sarhoşum ben..

yeryüzünün en güzel çiçeği..

bak, sana ne diyeceğim;

dışarısı soğuk.. içini ısıtan biri var.. şükret..

dışardan geldiğinde o ve kabanının fermuarını açtığında sen, göğsünde sakladığı çiçeği gördüğünde ağlayacak gibi olsan da ağlama.. getirdiği her çiçeği kurut.. unutma, çiçekler kuru olsalar bile baharı hatırlatır insana..

şarkı söylerken, ağzından çıkanı kulağın duysun diye söyle.. evrendeki en küçük toz zerrecikleri gibi söylediğin şarkının, ciğerlerine dolduğunu göreceksin.

sol eliyle kulağının arkasına attığı saçının yeniden yüzüne düştüğü o anda gülümse..

sen gülümsediğinde, gülümsemenin onun yüzünde yarattığı gülümsemeyi hep önemse.. bir gün, gülümsemene kayıtsız kalırsa, üzül.

kalabalık içinde o gözden kaybolana kadar ardından bak.. bütün dünyanın durduğu anda bile, o nasıl yürüyebiliyor, şaşıracaksın..

o uyuduğunda onu izle.. tanrının bir meleği tasarlarken çizdiği eskizleri görmek herkesin başına gelmez, kıymetini bil.

onun varlığına o kadar da alışma.. yeryüzünde gitmeyen hiçbir şey yok.. mevsimler gidiyor, yıl diyoruz onlara, hava ayaklanıp gidiyor, rüzgar diyoruz. bulutlar bile gidiyor.. sonra söylemedi deme..

acaba yanılıyor muyum diye kendine sorup durma, yanılıyorsan da bu en güzel yanılman olacak.. sanırım o da seni seviyor..

bunu yapabilir misin, bilmiyorum, ama yapabilirsen eğer, onun yanında sana fazla gelen huzurun bir kısmını, onun olmadığı zamanlar için ayır..

sürekli ona dokunmaki, onu öpmek istiyosun, anlıyorum, ama biraz geri çekil, sıkılacak sonunda.. ya da sıkılırsa sıkılsın, keyfi bilir deyip, canın nasıl istiyorsa öyle yap.. bi karar ver bu konuda..

uyurken kabus gördüğünde, onu uyandır.. kabustan uyanan biri, onu kim uyandırırsa uyandırsın, onu sever, ama sen yine de piçlik yapma, bu durumdan faydalanmak için değil, onun kabus görmesini istemediğin için yap bunu..uyandır.. öp.. sonra geri uyut..

şimdiye dek yaptığın bütün yanlışları bir tarafa bırak, onu sev. onu sevdiğinde, bütün sevdalar temize çıkacak.. onu sevmek, bütün yanlışları götüren bir doğru gibi.. 

onu sev. bu yeryüzünün en güzel şeyi. 

24 Aralık 2011 Cumartesi

hediye..

tanrı sana bir hediye verdi.. bir gece bir sabaha bağlanırken.. sen dünyanın dışına adımlar atmaya başlamışken.. eskimiş bütün fotoğrafları, gizlendikleri köşeden bile çıkartıp atmışken sen... bir gece, her zamanki gibi yeni bir güne akarken usulca.. kendi toprağında usulca büyümüş bir çiçeği kucaklayıp da sana getirdi tanrı bir gece..

sen onu sev diye.. sen onu severken, şiirleri daha çok sev diye, şarkılar dilinin ucundan kalbine insinler diye, aldığın nefes çam koksun diye.. yağmurlu gecelerde kendini yalnız hissetme diye.. yaralarının  kendilerine edindikleri kabuk düşsün de, sızlanmalarının bir sonu gelsin diye.. karanlık bir kış gecesi kalbinin yerli yerinde durduğunu anlayasın diye.. tanrı, hiç üşenmeden, seni bütün diğer kullarından ayrı tutup da, seni sadece biraz gülümsetmek için, kendi elini uzatamayacağını farkedip, sana birinin elini verdi.. üzülme artık diye.. bütün üzülmelerini unut diye.. mutluluğun artık bir tanımı olsun diye..

sonra, kork diye.. hiçbir şeyin sonsuza kadar sürmemesini hatırlayıp biraz üzül diye..

21 Aralık 2011 Çarşamba

gül kurutmak..

unutuyorsun ya bazen, burası hala yeryüzü.. seni buraya veren, seni buradan almadan tam önce, yaşamının tadını çıkart diye de şarkılar var, bunu unutma.. ağaçlar, kış ortasında açan güneş var.. daha başka bir çok güzel şey var.. onlarla birlikte kendini taçlandırasın diye de seni düşünen bir kalp sunuldu sana.. tanrım.. tam da vazgeçmişken..  tam da, yaşadığın ana kadarki bütün şanslarını bir çöp torbasına doldurup, kapınının önüne bırakmak için kapını açmışken..sen kapıyı eskileri atmak için açtığında, içeri girene şaşkınlıkla bakmaktan başka ne yapabilirsin ki?

bak, buradasın hala.. yağmurdan sonra, denizden hemen önce.. elin bir elin içinde.. elin bir elin sıcaklığında.. hayat bazen öyle bir el uzatıyor ki sana, tuttuğun hayatın eli mi, onun eli mi karıştırıyorsun ya bazen; uyanıp uykundan gözünü açıyorsun, inceden bir ışık sızıyor yanındaki gezegenin karanlık tarafına.. tanrım.. yalnız değilsin işte.. ve yalnızlığa hiç bu kadar uzak durmamışsın sanki şimdiye kadar.. tanrım.. o konuştukça çoğalıyorsun..

şaşırıyorsun bazen ya, bir gülü kurutup saklıyorsun.. daha ne olsun?

13 Aralık 2011 Salı

denize doğru

gülümsüyorsun; görmezden gelmemi bekleme.. bir akşam üzeri, evine dönen adımlarını sayarken, yahut bir işgünü telaşında herhangi bir yerden başka herhangi bir yere giderken, kendine dair hiçbir ipucu vermeden yağan yağmuru farkeder gibi farkediyorsun bunu ve işin tuhafı sen bile yadırgıyorsun.. ne kadar zaman geçmiş kendini gülümserken -suçüstü- yakalamayalı.. kaç kıştan arda kalan kaç üşümek gelip de sığınmış koynuna, artık hesabını yapmak istemiyorsun, farkındayım..


kendini koyu ve sefil bir kışa hazırlamakla geçen son zamanlarını bir daha düşün.. kış, kışa hazırlanmaya başladığın andan itibaren üşütmeye başlıyor, bunu biliyorsun artık.. bir de bilsen ya, yeryüzünün iklimi vardır ama insanın iklimi yoktur. bilsen ya, senin kalbin, kışın ortasında bir bakarsın baharı getirir, küreler kapının önüne de, bir çiçek kokusu başını döndürür.. 


bak, burada ortalık yerde duran bir kalp var, seni düşündükçe içini ısıtan.. 
gör, adımlarının sayısı arttıkça, eskiyor zaman..
duy, bir araya gelmiş birkaç notadan oluşan bir şarkı değil artık hayat, bach'ın o en sevdiğin eseri..
dokun, yanıbaşında uykusunda bir dünya dönüyor, ekseni kayıp..
dinle, yeryüzünün sana anlattıracak çok güzel hikayeleri var, ve sen hepsinde çok güzelsin..


şimdi bırak kendini o ırmağın akışına.. deniz başlayacak birazdan..



6 Aralık 2011 Salı

Van.. Acı(tan) Van.. Ağrı(tan) Van..


gördüm..

yeryüzü denen cennetin, nasıl da bir anda cehenneme dönüşebileceğini gördüm.. çocukların çok olduğu bir şehri, yere basan çocuk ayaklarını, üşümekten kızarmış yanaklarını, ellerinin buza kestiğini gördüm.. o çocukların annelerinin çaresizliklerini, babalarının hiçbir şey yapamamaktaki kahırlarını gördüm.. 


bir şehir nasıl silinir, bir şehir nasıl sindirilir, koca bir şehir,  nasıl hayalet bir şehir olur, gördüm..  


insanın doğa karşısındaki çaresizliğini gördüm..  


sanki tanrı, yeryüzündeki bütün kötülüklerin intikamını almak istemiş de, o güzel çocukların yaşadığı şehri seçmişti.. yerin yedi kat altından seslenip yeryüzüne, toprağı sarsmış, evleri yıkmış, bir şehri sokağa atmıştı..


tanrı, yanılıp da, yanlış bir kocadan bir kötülük doğurup, sonra da avazı çıktığı kadar bağırmıştı.. bir çığlık daha.. sonra bir tane daha... kul dediğin, tanrı iyiyken bile ondan korkarken, kötülüğünden nasıl aman dilemez? bir şehrin çocuklarının, tanrıdan korktuğunu gördüm.. kar yağarken.. bembeyazken ortalık..


evlerin, gecekonduların, apartmanların, insanları sokaklara kustuğunu gördüm..


çocuklar gördüm.. üşüyorlardı.. hem utançtan hem soğuktan kızaran yüzlerini annelerinin eteklerinin ardına sakladıklarını gördüm.. yoksuldular ya, yoksulluklarını farkında bile değillerdi.. sütten kesilmiştiler.. anneleri onları sütten kesmeden çok önce, onlar hayattan umutlarını kesmşitiler..


çocuklar gördüm.. bir şehrin yıkık duvarları arasında oynuyorlardı..


çocuklar gördüm.. hastaydılar.. ateşliydiler.. ateşlerinin düşmesi, ancak o yangının söndürülmesiyle mümkündü..


en çok çocukları gördüm diyorum ya.. o çocukların annelerinin isyanını daha çok gördüm.. dillerini bilmiyordum.. ama ne dediklerini biliyordum.. o kadınların anlattıklarını anlamıyordum.. ama acılarını görüyordum.. gözyaşlarını görüyordum.. acıyı görmek, geri kalanı bilmeyi gerektirmiyor bazen.. acıya dokunmak, başka bir şeye dokundurmayı gereksiz kılıyor bazen..


sonra, kafamı bir kalırdım, pırıl pırıl bir gökyüzü gördüm.. hava o kadar soğuktu ki, siz olsanız, gökyüzünü donmuş, yıldızları da kristalden elmalar olup göğün eteklerine düşmüş sanırdınız..  öyle muhteşem bir gökyüzünün altına, o kadar büyük bir acı yakışmıyordu işte.. tanrı bu sefer manzarada yanılmıştı..


yaşlı kadınlar gördüm.. acıya alışkındılar.. öyle mağrur duruyorlardı ki.. öyle kırılmaz bir çiçek gibi açmışlardı ki yeryüzünde, gözlerine baksanız, acıyla oracıkta tanışırdınız..


yıkılan evler gördüm.. içlerindeki binbir çeşit umutla birlikte yıkılmışlardı..


ekmek dağıtılan kuyruklarda, çocuklarını saklayıp koyunlarına, saatlerce bekleyen kadınlar gördüm.. biri otuz yaşında yedinci çocuğunu doğurmak üzereydi..


onca yokluğa rağmen, kapılarını çalan hiç tanımadıkları insanları kucaklayan, en içten halleriyle, kendilerine bile yetmeyecek sofralarındaki aşa ortak etmek için yalvaran insanlar gördüm, herşeye rağmen gülerek karşılıyorlardı gelenlerini..
yıkılmış bir şehirde mutlu olan tek bir insan yokken, dağlara yazılmış "ne mutlu türküm diyene" yazısını gördüm..
üç yaşlı adam gördüm.. üçü de esmerdi.. birinin gözleri çok güzeldi.. birinin cebinden üç buçuk lira çıktı, birinden iki lira.. gözleri güzel olan, mümkün olsa, satacaktı umutlarını bir bir tanesi elli kuruşa..
görseydiniz, sanırdınız ki, tanrı insanlığın işlediği bütün günahların intikamını oradan,o şehirden almış. O şehrin çocuklarından.. O şehrin yoksullarından.. O şehrin, gidecek hiçbir yeri olmayanlarından.. çekilmeyen çürük bir diş gibi saplanıp kalmışlardı ve kendi sancılarını kendileri çekiyorlardı..

siz cehennemin, sıcak ve yakıcı olduğunu düşüne durun.. cehennem oradaydı.. soğuktu.. ve yakıcıydı.. çocukların çıplak ayaklarının toprağa bastığı yerdeydi cehennem.. o çocukların annelerinin isyan çığlıklarındaydı cehennem.. soğuk bir çadırın içindeki hasta iniltisindeydi.. yitip gitmiş bütün umutların solgunluğundaydı.. evlerini, annelerini, evlatlarını kaybetmiş insanların gözlerindeki soğuktan donmuş gözyaşlarındaydı cehennem.. dokunulmaz acılarında, ısınmaz çadırlarında ve kabuk tutmaz yaralarındaydı..

siz cehennemin öte dünyada, alev alev yakacağını düşüne durun, cehennem Van'da, soğuktan tir tir titreterek yakıyordu..

tanrım merhamet et... affet bizi tanrım.. şimdiye dek işlediğimiz bütün günahlarımızın cezasını o topraklara çektirme.. bize ders çıkartacağımız başka ve daha güzel olaylar göster.. bu kadar acı, o kadar az toprak için çok fazla tanrım.. merhamet et.. üşütme o çocukları.. mucizeni göster ve bu kış gününde, güneşi as o pırıl pırıl gökyüzüne tanrım.. önce çocuklardan başla.. önce o çocukların çıplak ayaklarından başla ısıtmaya, sonra eline yumuşak bir peçete al tanrım, ve silmeye çocukların burunlarından başla, kadınların gözyaşlarından devam et.. merhamet et tanrım..

cehenneme inandırdın bizi.. ama bir günah işlersek cehennemi göreceğimize inandırdın.. o çocuklar ne günah işlemiş olabilirler ki tanrım.. gördüm. pırıl pırıldı gözleri.. tertemizdi..

tanrım.. o kadar perişanlık fazla tanrım.. o kadar yokluk.. o kadar soğuk.. o kadar kayıp.. o kadar acı.. çok fazla tanrım.. merhamet et..

merhamet et tanrım..




1 Aralık 2011 Perşembe

yumuşak bi'şey..

birinin aşkı, başkasının ağzındaki elma tadına benzer bazıları ve ne zaman bir diş geçse yumuşak bir meyveye, orada başlar sevişme..

kapılar var ne çok.. ve ne çok sesleri var kapıların.. bir anahtarın açılması.. bir kapı gıcırtısı..  kapılardan gelen seslerin sırası belirliyor yalnızlıkları bazıları... önce dış kapı, sonra evin kapısının sesi geldiyse, evlerde tek kişilik değildir artık battaniyeler, ve üşümeler ten kamaşmasıyla geçer..son duyulan dış kapının sesiyse, işte o zaman kapınızdan çıkanın ardından yalnızlığınız gelir, hoşgelir..

ben istedim ki, bir kalp, bir nar çiçeği gibi asılsın kalbime ve çatlayana kadar nar, sarıp sarmalasın beni geceleri sabahlara kadar o yar..

istedim ki ben, bir kış vakti, karnımda ısınsın soğuktan olmasa da yalnızlıktan üşüyen bir çift el..

16 Kasım 2011 Çarşamba

buradayım..

ne kasım kasım kasılan kasım ayı, ne de aralanan bir aralık yok gözümde.. baharı bekliyorum, çiçeklerle toplanıp, sonra da olaysız dağılmak için.. dışarıdaki soğuğa inat, sıcacık bir yatakta uykuyla sevişip bekliyorum; ırmaklara yeniden su yürüyecek.. penceremin önünde, sarmaş dolaş uyuyan sarmaşık bile soyunup yapraklarından, kendini kırmızıya boyadı.. buradayım.. kendimde.. başka hiçkimsede değil.. başka hiçbir yerde değil.. kendi yastığımda başım.. uzanıp, kendi elimden başka tutunduğum bir el yok.. buradayım.. kendi duvarlarımın içinde.. kendi yaramın kabuğunda, sırtımdaki hançerde, kendi bileğimden akan kandayım..  tam ortasındayım, sağımdan solumdan, yüzüme gözüme çarparak saçılıp giden hayatımın.. tam ortasındayım, biliyorum, yaşamımla ölümümün..

daha iyi şeyler beklemiyorum.. daha kötü şeyler olmasın, yeter..

5 Kasım 2011 Cumartesi

önce sev, sonra siktir git..

hayat, hergün uyandığımda bana "yarını bekle" demenden bıktım. bırak da yakalayayım seni sonbaharından.. çekeyim içime bi güzelce.. ciğerlerime sarı yapraklar dolsun. saçlarım kızıl olsun.. 

ışığını as artık göğüme, sonra dön arkanı ve çek git hayatımdan, hayat.. 

keç kere gördüm restini, kaç kere yükselttim de ne oldu.. ikimiz de bu oyunun galibini biliyoruz.. sen çekip gideceksin başka hayatlarda yaşamaya, ben çekip gideceğim bir çiçeğin dallarında ölmeye.. sen başka hayatları yaşatırken, ben içinde yürüdüğüm çiçeği de öldüreceğim..sonra sen başka hayatları da tüketip, kendine yeni bir hayat bulduğunda, ben belki bir kelebeği öldüreceğim..  

sen hayatsan, bana ölüm olmaktan başka ne kalıyor geriye hayat? 

şimdi, bak bana... gözlerimin içine.. ve bir daha düşün bana "yarını bekle" demeden önce.. bugün olsun ne olacaksa.. bugün.. burada.. bu sonbaharda.. bu göğün altında.. bu hayatta. başka bir hayat yok.. herşey bu hayatta.. sen buradayken.. sen başkasına çekip gitmemişken.. ben çiçek olmadan hemen önce.. ikimiz yanyanayken olsun ne olacaksa.. güzel şeyler olsun.. 

hayat, yanımda olduğun sürece bana kendini sun. sonra da siktir git!

30 Ekim 2011 Pazar

çok üşümek...

dokunma, elin yanacak.. öyle bir ateş parçası ki bu dünya, öyle bir yangın yeri ki yaşadığın ülke, dokunmasan bile suya sabuna, ateş birgün seni de yakacak.. yedi tepeli bir şehirde olsan da, yedi küsür şiddetinde bir depremden onca felaket haberleri duyuyorsan, ve çok da değil hani, beş duyusu da sağlıklı çalışan bir insansan, için yanacak.. 


gördüğünde yıkımları, duyduğunda hikayesini sefaletin, dokunamadığında onca soğukta üşüyen sıcak bir kalbe, çekip çıkartamadığında birini o soğuk cehennemden,  yediğin aş,  içtiğin su takılmıyorsa boğazına, aynadaki aksini değil, bu sefer yüzünü kır.. ellerin kanasın.. yüzün kırılsın.. sesin boğulsun.. 


deprem bu olur, kar bu yağar, insan bu ölür, ayaz bu üşütür.. şimdi hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etmek o kadar da kolay değil artık.. şimdi umursamamak, şimdi derin bir uyku, şimdi sıcak evin huzuru, şimdi doyasıya yemek çok uzak.. 


öyle bir cehennemdeyiz ki, umursamamak, umursamaktan daha güçlü bir ateş, önce kalbinizi yakmaktan başlayacak...



28 Ekim 2011 Cuma

içte kanama..

saat yok artık yunus.. saati sorduğun anda, saat senin ölümünden bikaç saat önceydi.. baban kızar mıydı sahi? eve geç mi kalmıştın? 

eve geç kaldın yunus.. çok bekleyecekler seni... annen her gün bekleyecek.. her gün ağlayacak.. 

annen seni sütten kesmeden çok önce olmalı senin hayattan umudu kesmiş olman.. 

ölüm, sizin oraların çocuk oyuncağı yunus.. ama sana yanlış öğretmişler. başka diyarların adetidir çocukların oyuncaklarıyla koyun koyuna kalması... sen.. saatlerce ölümle kaldın o daracık yerde yunus.. sırtındaki el.. belli ki seni kurtarmak istemiş.. belli ki son umudun olmuş o elin sahibi.. belli ki önce hareketsiz kalmış.. sonra derin bir sessizlik.. ama o el hareketsiz kalmadan önce, o can, uçucu bir kolonya gibi havaya karışıp yok olmadan önce neler oldu yunus.. ne çok korktun sen.. ne çok karanlıktı.. üstünde tonlarca beton yığını.. hareketsiz.. burnunda ölümün kokusu.. ne çok korktun sen.. ne çok bağırdın.. ne çok ağladın.. bilmiyorum.. bildiğim tek şey.. aralandığında önündeki ardındaki beton yığını, gözlerinin kocamanlığı.. korku gözlerden nasıl okunur, bunu dünyaya öğretir gibi.. babandan mı korktun sahiden, geç kaldığın için sana kızacağından mı korktun? 

ah yunus.. günlerdir içime batan bir hançer, hafızamdaki o bakışların.. kuş gibiydin işte.. korkmuş.. yaralanmış.. ölmek üzere olan.. 

yunus.. annesinin dokuzuncu çocuğu.. 

seni şu hayatta en çok sevebilecek kadın bile sana yeterince ilgi gösterememiştir ki, onun elinde şımartılasın.. mecburen öğrenmişsin öğrendiklerini.. ama sen hangi ara büyüdün de ayakkabı boyamayı öğrendi ellerin.. sen ne zaman büyüdün de sigarayı satmayı öğrendin.. senin o ellerin ne zaman o kadar uzadı da askerdeki abine bile yetişti ellerin.. 

ah yunus.. ahhh... kaç kez üşüdü ellerin, kaç bayram yeni kıyafetler giydin, kaç kez çikolata istedin, kaçında yiyebildin.. kaç yağmur yedin.. kaç dayak yedin.. kaç kez imrendin ve kaç kez öfkelendin.. kaç kişi kandırmaya kalktı seni, bilmeden büyümüş yüreğin kaç kez incindi. onüç yıla kaç insanın acılarını sığdırıp da yaşadın..

ah yunus.. bir iç kanama öldürmüş seni.. mucize dediler senin o kuytuda açılmış kocaman gözlerine.. mucize dediler ya, bu memlekette artık mucizelere yer yok.. 

sen artık geri kalanların içinde bir iç kanamasın...




21 Ekim 2011 Cuma

bir günde değişir herşey..

sonra bir gün bir bakarsınız, etekleriniz rengarenk.. bütün siyah kıyafetleri elinizin tersiyle itip, çiçek desenli neyiniz varsa üzerinize geçirmişsiniz.. gülüşünüz bile çiçek açmış.. kalbiniz her zamankinden daha fazla kalp.. parmak uçlarınız bile ahenkli.. aynanın karşısına geçersiniz.. bir de görürsünüz ki, bir pırıltı; dişlerinizde.. saçlarınızda.. gözlerinizde.. dudaklarınızın kenarında..uzun zamandır unuttuğunuz ne varsa kendini hatırlatır size.. çiçeklerinizi sular, dudağınızı boyar, serçe parmağınızı daha çok seversiniz.. yüzünüze dökülen saçlarınızla kavga etmezsiniz artık.. herşey olması gerektiği gibidir çünkü.. herşey, dünyanın daha güzel bir dünya olacağı halindedir çünkü.. sonbaharda kızaran yaprakları alıp,saçınıza taç yapmak bile gelir içinizden..hüznün tacı değildir bu seferki.. başınıza hüznün değil, aşkın kırmızısı değer..

bir gün bir bakarsınız ki, adımlarınız telaşlı.. koştura koştura dökülür kelimeler içinizden.. ne yapsam da anlatsam dersiniz.. nasıl etsem de anlatsam.. nasıl bir anlatma olsa da, gerçeğe ihanet etmeden,  gerçeği hafifletmeden, olanı yadsımadan, orada; hayatınızın tam ortasındaki o heyecanı doğru düzgün anlatabilse.. kelimelerin cılızlığı elinizi dilinizi bağlar.. geriye sadece kalp atışlarınız kalır..

bir sabah bir uyanırsınız ki.. içinize bir kuş yuva yapmış.. bir ses duyarsınız..siz o sesi duyduğunuzda içinizin bütün kuşları havalanır.. siz onları kalbiniz sanarsınız.. unuttuğunuz bir kıpırtı yeniden kımıldanınca içinizde, kalbinizi hatırlarsınız..

bir gece, uykunuzdan bir uyanırsınız ki, yanıbaşınızda sizinle birlikte uyuyor ay ışığı.. dönüp dolaşıp, sarıl sarmalarsınız.. gözünüzü açmazsınız.. korkarsınız "ya rüyaysa" diye.. fırından yeni çıkmış bir ekmek kadar sıcak yatağınız..

sonra bir gece bir sabaha bağlanırken, bir bakarsınız, cehennemin orta yerinden bir el çekip çıkarmış sizi, tutup elinizden, bir sonbahar günü yağan yağmurların yaprakları yıkadığı o pencere kenarına oturtmuş, saçlarınızı tarıyor..

gözünüzü bir açarsınız, bir boyun görürsünüz.. oradasınız işte.. o boyuna sığınmış.. kendi parmaklarınızı izlersiniz bisiklet yaka bir töşörtün o boyuna değdiği noktada..

elleriniz artık daha güzel.. kalbiniz artık daha sıcak.. yağmur artık huzurlu.. sesiniz cıvıltılı, dudağınız kıvrımlı..

bir gün bir bakarsınız, hayat o ana kadar hiç öyle güzel olmamış...


20 Ekim 2011 Perşembe

C E H E N N E M

cehennem.. şimdi ve burada.. bu topraklarda.. öldürmek için giden insanların ölü yüzlerinde.. öldürülmesi istenen insanların öfkesinde.. öldürenlerin nefesinde.. toprağa sızan kanda.. annelerin yaktığı ağıtlarda.. edilemeyen küfürlerde.. sokaklarda.. tecavüze uğramış kadınların, cenin pozisyonunda geçirdikleri gecelerin karanlığında.. öldürülen kadınların basma entarilerinde.. töre cinayetlerinde.. tabutların üzerindeki yazmalarda.. cehennem... tam ortamızda.. karanlık gecelerin yüz yakan soğuğunda.. soğuk sokaklarda uyuyan yaşlı adamların sakallarında.. sokak çocuklarının ellerinde sıkışıp durmuş mendillerin buruşukluğunda.. cehennem.. heryerde.. aldatılmalarda.. ayrılıklarda.. aşk acılarında.. hastanelerde.. kan revan kazalarda.. sobalı evlerin ısınmayan odalarında.. soğuk banyolarda.. küçücük evlerin küçücük odalarında sevgisiz sevişmelerde.. cehennem.. şimdi ve burada.. ve heryerde.. yetimhanelerde ağlayan çocukların gözyaşlarında.. huzur evlerinde terk edilmiş yaşlıların yollara yatırdığı gözlerde.. sokaklarda atılan sloganlarda.. cehennem.. içimizde.. gözlerimizin kör edilişinde.. televizyon ekranlarında.. kocalarından dayak yiyen kadınların suratlarında patlayan tokatta.. yoksul çocukların su geçiren ayakkabılarında.. söylediğimiz yalanlarda..

cehennem.. heryerimizde.. şimdi.. ve burada..

cehennem yanar mı?

yakarsak o bile yanar..

13 Ekim 2011 Perşembe

yapılacaklar listesi..

sevgilim,

karalama defterinden silip de teker teker bütün sevdalarımı, başını kaldıran sevda görsün diye, yeni doğmuş bir günün gökyüzüne adını yazacağım..

bu gece, ağrımış her yerimi dindirip, yorgun saçlarımı senin için tarayacağım.. gördükçe görmek istenmeyen ne varsa, kaçıp onlardan uzak bir köşeye, baktıkça doyulamaz olan boynuna saklanacağım..

tüm duvar yazılarından silip tüm yüzleri, hepsinin yerine, kendi aynamın kenarına senin yüzünü asacağım..

bu gece, tozlu yolları bir halı gibi silkeleyip, seni kendi yoluma düşürüp, kapımı sana açıp, dünyaya kapatacağım.

karanlıklar içindeki bin gölgeden tek bir beden çıkmazken, senin bedeninin gölgesine saklanıp, evrenin bütün güneşlerini bir yana bırakıp, yarın sabah güneş diye gökyüzüme seni konduracağım.

sevgilim, düş ülkemin sınır kapısı.. senden içeri girip, senle adım adım dolaşıp, başka bir ülkenin sokaklarında kaybolup, senle bastığımız topraklardan yeni bir ülke yaratacağım..

bin mevsimin bin çiçeğini bitiştirip de yüzüne, seni kalbime öyle kazıyacağım..

gel de, kaybolalım birbirimizde..

10 Ekim 2011 Pazartesi

yellow..

yine bir sonbaharın ilk günleriydi.. ya odam fazla ışık almıyordu, ya da ışık aldığı saatlerde hep uyuyordum.. kod adım gece'ydi.. bir gün bir kızım olursa, adını ya asi koyarım ya da gece, emin değilim.. bir gün bir kızım olacak mı, bundan da emin değilim.


o sonbaharın üzerinden kaç sonbahar geçti bilmiyorum, ama, insan yıllar geçtikçe değişmiyor.. ben hala çok sevdiğim şarkıları üst üste dinliyorum.. ben hala, bir paket çekirdeği bir oturuşta yiyebiliyorum... değişen bir şey yok hayatlarımızı yaşama şekillerimizde.. inceliklerimizde.. ben hala aşık olunca çok güzel bir kadın oluyorum.. aşksız hep çirkinim..


haftalarca aynı şarkıyı üst üste dinleyenleriniz anlar.. bir de haftalarca evden dışarı çıkmamış olanlarınız.. bu ikisi genelde aynı haftalara gelir.. kapatırsınız kapılarınızı.. perdelerinizi.. değil ruhunuzu, yüzünüzü bile aydınlatmak istemezsiniz o zamanlarda.. hep o aynı şarkıyı dinlersiniz.. sadece o şarkıyı dinlediğinizde yaşadığınızı anımsarsınız.. sadece o şarkı çalarken hayatın ufacık da olsa bir anlamı olur.. 


haftalarca dinledim o şarkıyı..(you know I loved you so...) odam genelde karanlık.. genelde geceleri yaşardım o zamanlar..(for you I bleed myself dry). gündüzlerden ve insanlardan uzak bir adadaydım sanki.. herkes evlerine girince çıkardım sokaklara.. neredeyse başka şarkı dinlemiyordum.. bir sabah.. perdeyi araladım.. sonbahardı..( yellow.). perdeyi araladım.. yağmur yağmıştı.. sonbahardı.. "hangi aydayız?" diye sordum kendime.. (they were all yellow..) gece boyunca çalmıştı şarkı..( what a thing to do?) gün doğmak üzereydi.. henüz renkler oturmamıştı yerlerine.. look at the stars.. look how they shine for you?


tam o an öyle bir telaşa kapıldım ki.. görseniz, ertesi gün öleceğimi zannederdiniz..  kendime walkmende dinlemek için hazırladığım ve sadece bu şarkıdan oluşan kaseti aldım.. montumu giydim (kırmızı), eldivenlerimi taktım (siyah), atkımı sardım(rengarenk), bisikletimi (elbette sarı) kaptığım gibi sokağa koştum.. çıt yoktu sokakta.. gece uğuldamış, sabaha kadar ağlayan bir kadın gibi, sonunda durmuştu.. bir gece önce ağaçlarda olan bütün yapraklari yerlerdeydi.. güney yarım kürede ilkbahar olduğunu bilmesem, bütün yeryüzünün yapraktan bir halı ile kaplandığını zannederdim.. 


kulaklıları taktım kulağıma.. play...( look at the stars.. look how they shine for you..)


akşam üstlerinde, akşamları, geceleri, gece yarılarından sonraları yürüdüğüm o sokağın başına doğru sürdüm bisikleti.. içimdeki telaş hareketlerime yansımıyordu.. ağır ilerliyordum.. taaa ki.. o kadar çıplak ağaca inat, yapraklarının tamamı sararmış ama dökülmemiş o ağaçla göz göze gelene kadar.. biz bakıştık.. tanrı, kendi yayında gerip de bir rüzgarı, bir tekila içimi gibi hızla fırlattı yeryüzüne.. ve tam o ağaca yaklaşırken ben, bütün yapraklar aynı anda koptu gövdeden..(yes, they were all yellow...) 


doğanın bana en güzel hediyesiydi.. bir sonbahar sabahı.. bir anlık rüzgar.. ve tam altından geçerken başımdan aşağı yağan yapraklar.. tanrının bana en güzel hediyesiydi.. it was called yellow.. (http://fizy.com/#s/15510t)



9 Ekim 2011 Pazar

memnun olun.. bu bir emirdir..

gelin sizi tanıştırayım..

bu gökyüzü..ayakları yoktur.. yürüyemez o yüzden.. kuşların, uçakların ve bulutların misafirhanesi.. bakmayın bugün gri olduğuna..yağmurlu bulutları var bugün.. bazen öyle bir mavi olur ki, gözünüz kamaşır, bakamazsınız.. uçuk mavi olduğu zamanlarını da bilirim bunun, o zaman işte, iki taraflı ağaçlı bir yolda bir yürüyüşe çıkarsınız.. dudağınızın ucu kıvrılıverir.. hele bi de geceleri bakmalısınız.. yıldız tarlası aysız gecelerde.. hint okyanusundan bakmadıysanız bile, küçük şehirlerden birine gittiğinizde sakın unutmayın kafanızı kaldırıp bakmayı.. unutmayın, şehir ne kadar küçükse, o kadar büyüktür göğünün yıldızları..

bu yağmur.. gökyüzünün gözyaşlarıdır.. elleri vardır..yapraklara, toprağa, su birikintilerine, sokaklara, sokak lambalarına, şemsiyelere, camlara, içinize, bazen ellerinize dokunur..  dokunduğu her şeyi temizler.. sesi vardır..şiddetini sesinden anlarsınız.. bi bakmışsınız şarkı söylüyor fısıldayarak.. sonra bir gün çalıp gökyüzünden al bayrağını, yeryüzüne isyana iner.. ağlar bazen.. bazen gülümser.. yapraklara dokunur.. kalır onların üzerinde damla damla.. dikkatlice bakarsanız hızlı giden arabalarınızdan, ya da adımlarınızı yavaşlatırsanız, yaprakları ağlıyor sanabilirsiniz, aslında huzur damlalarıdır onlar.. aldanmayın.. ve bir gün iğneli bir çam ağacının altından, yamurdan hemen sonra geçerseniz, ağacın dallarını bir kez sallamayı deneyin.. şemsiyeniz kapalı olsun.. bir peri tozunu üzerinizden akar ve siz artık başka biri olabilirsiniz..

bu esinti.. yaprakların, dalların, kadınların eteklerinin, saçlarınızın bayram yeridir.. yüzünüzde bir kez hissedince rüzgarı, yüzünüzü kaldırın.. gözleriniz ilk gördüğü ağaçta asılı kalsın bir süre.. mümkünse hiçbir şey düşünmeyin o sırada.. bırakın.. içinizi bir telaş kaplasın.. bir sevinç.. bir kıpırtı.. 

bunlar sarmaşık.. kolları vardır.. ne bulsa sarılırlar.. sonra sararırlar.. siz de bir şeye o kadar sarılsanız, siz de sararır solarsınız.. hem de aynen böyle görkemli bir şekilde.. 

şuradaki ikisi çınar ağacı.. zamansızdırlar.. uzanıp gökyüzünü kucaklarlar sizin yerinize.. çınar ağaçları, insanların gökyüzüne sarılmalarının bir yoludur.. bir kere deneyin.. bir çınar ağacına sarılın.. göreceksiniz nasıl gökyüzüne sarıldığınızı...

baktınız olmuyor, sevgilinize sarılın.. ama hepsinden önce, lütfen kendinize sarılın.. sevin onu.. ölene kadar yanınızda bir tek o olacak...


wicked game..

tanrım.. lütfen; kolundaki, biz gelen ve geçmekte olan kullarınının kollarındaki saatlerden çok farklı olan saate bak, bu günü, bu saati ve bu saate dünyaya yağdırdığın yağmuru hatırla.. tebriler tanrım! yağmur için bir motivasyon kazandınız..! beyfendinini söylediğinin aynısından rica ediyorum..


tanrım.. çok ıslanmadım, çok yaşlanmadım... çok yaşlanmadım tanrım... bu halimle, sana az evvel kadıköy sokaklarında yanağıma düşen her bir damla için teşekkürler.. mevsimin adını zikretmeyeceğim ama;


biz türkiyede yaşayanlar, buna sonbahar demeyi tercih etmişiz.. bi düşünsene.. baharın sonu.. kışın başı demek bu tanrım.. kışın ne demek olduğunu bilirsin.. kış üşümek demek.. kış yalnızlık demek.. kış, uzun geceler demek.. kış, uzun gecelerde karanlık gökyüzü demek.. kış, iki kişilik battaniyeye tek kişilik sarılmalar demek.. kış, ağaçların çıplaklığı demek..


"fall" demiş başka birileri buna tanrım.. gerçi o dili konuşan kaç kişiyle iletilimin var, bilmiyorum.. ama fall, benim bildiğim, aynı zamanda "düşüş" demek.. bu yüzden mi düşüyorum, bu yüzden mi tutunmaya çalışıyorum, bu yüzden mi tutunamıyorum, tanrım? (rica ederim, bana selim ışık'tan bahsetme)


bu dünya bşir yangın yeri tanrım..


"the world was on fire, no one could save me but you"





8 Ekim 2011 Cumartesi

allah belanı versin sonbahar.

yürürsünüz bazen..


o kadar kalabalıktır ki yürüdüğünüz cadde, sizden başka herkes çok kalabalık, bir siz yalnızsınızdır.. 
adımlarınız sayısızdır..  
mevsimlerden bir gecedir..
kişilerden hiç kimsedir..
şehirlerden istanbul, renklerden siyah, yıldızlardan karanlık, oyuncaklardan kırık olandır..


yürürsünüz.. 
sanırsınız ki, koca bir şehir ayaklanmış, köşebaşlarında toplanmış, geceye akmıştır..
sanırsınız ki, yanıbaşınızdan omuzlarınıza değmeyen kim varsa mutludur..
sanırsınız ki, koca şehirde, o kadar yanan ışık altında, küçücük evlerin küçücük odalarında, sizden başkası yoktur kuyunun dibinde..
sanırsınız  ki, kelimeler hepten yetersiz..


yürürsünüz bazen..
asıktır suratınız.. sebepsiz.. 
adımlarınız acelesiz..


tebrikler! adımlarınızı hızlandırmak için bir sebep kazandınız!


yürürsünüz.
birini durdurmak istersiniz, duracak gibi değildir hiç kimse..
birine seslenmek istersiniz, duyacak gibi değildir hiç kimse..


gecedir elbette.. mevsimlerden bir gece, karanlıklardan bir mevsim, kalbiniz, aysız gökyüzü gibidir..


ve yalnızlık, sizin sandığınız gibi, kimsesizlik değildir.. sonbaharda ayağınızı altında ezilen yaprağın sesini sizden başka kimsenin duymaması da değildir.. yalnızlık, o sesi sizden başka kimsenin duymadığına üzülmenizdir.. tam budur yalnızlık.. 


rica ederim, pink floyd şarkıları dinlemeyin.. dinlerseniz de bir sonbahar yaprağını ezmeyin.. sonra çok koyu oluyor yalnızlığınız..







6 Ekim 2011 Perşembe

uzanıp kendi yanaklarımdan öpmek..

işte bu sensin.. işte yine başbaşayız seninle.. dostlar evlerine gidip, ışıklarını kapattılar.. sokaklardan adımlar silindi.. uzaklardan gelen sesler duyu eşiğinin altına indi.. işte yine buradayız seninle.. işte yine en görkemli haliyle sonbahar.. bu şarabi tonlar senin için hazırlandı... işte yine en sevdiğin şarkıları dinliyorsun.. bak, bu senin hayatın.. 35 yıl önce başladın yaşamaya.. her gün biraz artarak, biraz birikerek, biraz tükenerek, biraz tüketerek, biraz kendin, biraz olmak istediğin kendin, biraz olamadığın kendin olarak, her hün biraz daha karmaşık hale gelip gittikçe basitleşerek, sadeleşerek, geldin, gidiyorsun.. her gün gidiyorsun ve sen bunu biliyorsun.. bunu yaşadığın hayat öğretti sana.. her gün biraz daha gitmeyi.. bunun kıymetini bil.. bir aynada yaşasam, yine senin suretin olarak yaşamayı isterdim..  bunun da kıymetini bil..

"uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum"


4 Ekim 2011 Salı

itirazımı yiyeyim, bana bi'şey olmasın..

itiraz istemiyorum sayın yargıç!

bu benim hayatım ve kendi hayatımı öldürüyorum, hem de her gün, biraz daha.. hayatını yaşamak da neymiş, kim becerebilmiş bilemem, ama lütfen siz de farkediniz.. hayatını yaşamak denen şey koca bir yalandır.. insan hayatını öldüre öldüre, sonunda kendi ölür..

itiraz edenlere kulak asmayınız sayın yargıç!

herşey ben yaşarken oldu.. bu uçsuz bucaksız afak, sessizce gözler önüne serildi de, hiç bir tanrının kulu -hayır,özellikle tanrının hiç bir kulu demiyorum - ona yeterince ilgiyi göstermedi, siz ne duyarlılığından bahsediyorusunuz, herhangi bir tanrının aşkına?

itiraz ediyorsunuz ama sayın yargıç!!,

hiç bilmediniz ki, beni bunca tanrılar arasında, hepten tanrısızlaştıran çok aşktan geçtim ben.. şimdi denize ulaşmış bir ırmak gibiyim... akıttım bütün kanımı son damlasına kadar.. deltalarım yok artık benim, akıp geçtiğim yerlerdeki yosunlar kurudu çoktan..

umurumda değilsiniz sayın yargıç..

lütfen buna inanın..


2 Ekim 2011 Pazar

ferfecir...


nehirler, dereler, ırmaklar göller bir tarafta dursun da; ben ne denizler, ne boğazlar ne okyanusların üzerinden geçtim.. üstelik öyle bir kuş uçumu gibi değil, ağır ağır.. dünyadaki bütün saatler durdu sanırdım, o kadar ağırdı ilerlemek..  günler günleri kovalar gibiydi sanki ama etrafta denizden başka hiçbir şey olmazdı o zamanlar.. bazen güneş doğardı, bazen ay.. bazen güneş batardı, bazen ay... 


bir denizciyle evliydim.. evli dediğime bakılmasın.. bir evimiz yoktu.. bir gemimiz vardı bizim.. biz onunla aylarca, ama aylarca yürüdük bu dünyanın denizleri üzerinde..

siz hiç, ufkunuzda yağmur gördünüz mü? ben gördüm..
ileride, çok ileride kopan bir fırtına ya da? ben duydum..
sizin hiç, güneşin nereden battığınını anlayamadığınız bir gurubunuz oldu mu? benim oldu...

pasifikte bir akşam üzeriydi.. güneşin batacağı saatti.. güvertedeydik.. pasifikte güverteye çıkmak tehlikelidir.. ben tavsiye etmem.. yaparım.. ama size tavsiye etmem.. size kıyamam.. kendime kıyarım sadece...

evet, pasifikte bir akşam üzeriydi, ve güneş yerini aya bırakmak için almış başını gidiyordu.. nasıl olduğunu hiç bilmiyorum, ama gökyüzünde hiç bulut yoktu.. sanırsınız ki, bulutlar örgütlenmişler de hepsi ufuk çizgisine toplanmışlardı. .inanın nasıl olduğunu hala bilmiyorum, ama bütün bulutlar olaysız dağılmadan tam önce, ufuk çizgisinde birikmişler ve her biri kendine bir renk edinmişti.. dört bir yan.. sayıyla üç yüz altmış derece.. yukardan bir ses, " etrafınız sarıldı" dese, yadırgamayacaktık, teslim olacaktık.. işte tam orada, ne yön duygusu ne başka hiçbir duygu vardı.. sadece merak ediyorduk, acaba güneş tam olarak nereden batıyordu.. kızıllık bütün bulutlardaydı çünkü.. şimdi size anlatmamdan ufukta sadece bir kızıllık olduğunu zannederseniz, çok yanılırsınız.. istemem o kadar yanılmanızı.. bu hayatta yanılacaksanız da, lütfen bu güzel bir manzaranın ne kadar güzel olduğunu anlayamamakta olmasın.. kendinize yanılacak başka daha kötü manzaralar bulun da, bunda yanılmayın.. çünkü, bulutlar sadece kızıl değildi.. pembe bulutlar gördüm.. eflatunlarını gördüm.. birer ikişer değil, tekrar edeyim, anlatamadım galiba..rakamla üçyüz altmış derece büyüklüğündeki bir alanı tıka basa dolduracak kadar çok bulut.. yeşillerini bile gördüm.. utanmasam, gökyüzünü de masmavi koca bir bulut sanacağım, o kadar.. güneş, liderleriydi ve onlar liderlerini açık etmemek için, gizlemek için orada kanıyorlardı.. kandırıyorlardı..

o zamanlar elimde tek bir kaset vardı.. tek bir kaset.. baştan sonra tüm dünyaya yetti desem inanır mısınız? bunun pek umurumda olduğunu söyleyemem.. inanmayın.. ben biliyorum.. ben eminim.. bir gün değil, bir ay değil, bir mevsim değil.. tam dört mevsim, tam üç yüz altmış beş rüya boyunca tek bir albüm yetti bütün dünyaya.. 

çok sihirliydi ayışığı.. kendini sere serpe denize bırakırdı bazen.. denize baksanız, göğü görebilirdiniz o zamanlarda.. göğe baksanız, yıldızları.... 

o tek kaset yetiyordu, göğe de, ayışığına da yıldızlara da şarkılar söylemeye.. gittiğimiz ülkelerdeki yoksul insanlara da dinlettim ben o şarkıları.. bir kadın ağladı.. 

güney kore'de bir öğrenci eyleminde bir taş bile attım.. buna kesin inanamayacaksınız..

ama şimdi nasıl anlatsam, pasifikteki ayak izlerinin sesiyle bu şarkıların sesinin karıştığı anları.. bilseniz ki, kızıl deniz bu şarkılarla içilen bir deniz olur, içtiğiniz rakıyı bir tarafa bırakır, kızıl denizi içersiniz, biliyorum..

sizin burada saçlarınızı rüzgarların uçuşturduğu zamanlardı o zamanlar, benim pasifikte ruhum uçtu.. 

ama, biliyorum size aysız gecelerden bahsetsem, hepiniz hemen anlayacaksınız ne olduğunu.. ah, bir de pasifikteki aysız geceleri anlatabilsem.. bilseniz yakamozların o aysız gecelerde, ayın milyon tane çocuk doğurup da denize düşürdüğünü..  ah anlatabilsem keşke bir yakamoz birikintisinden geçerken yüzümün nasıl aydınlandığını... anlatmam.. anlatamam çünkü.. eksik kalır, ihanetten sayılır...

anlatabilsem bütün bunları.. o yolculuktan yıllar sonra, o şarkıları dinlediğimde neden hıçkıra hıçkıra ağladığımı anlatmama gerek kalmaz.. hiçbiriniz neden diye sormazsınız, eminim.. hatta belki aranızda benimle birlikte ağlayan bile çıkar, kimbilir?

Aşklar ölüyor ölmesine de, bazı şarkılar hep dipdiri bu yeryüzünde…


                                

1 Ekim 2011 Cumartesi

in vino veritas




artık sorulmadıkça aklıma gelmiyor.. sahi ne zaman ayrıldık biz? nerden baksan rahat bir on senesi var.. ve artık onun bir ailesi de var.. iki çocuklu bir çekirdek ailenin babası olduğu aklına geldiği kadar, dünyanın bütün denizlerinde yediğimiz çekirdekler de geliyor mudur aklına, bunu bilmiyorum..

ayrıldıktan sonra, o ayrılamama süreci içerisinde, bir gün, elinde üç farklı ülkeden üç şişe şarapla geldi..

-"ömrümün en güzel üç yılınını hatırına getirdim bunları.. gelecekte bundan daha güzel bir üç yıl yaşamayacağıma eminim" dedi..

bu cümleden sonraki sessizlik sırasında bunun ne kadar hazin olduğunu düşündüm.. ağladığımı hatırlıyorum.. o kadar hazin olmasa bile ağlardım, eminim..

"ama" dedi.. "senden iki şey rica edeceğim.."

gözyaşımı sildim.. yüzümü kaldırdım.. gözlerinin içine baktım.. dünyanın en güzel yeşili yuva yapmıştı gözlerine.. yeni ağlamıştı.. o ağladığında daha bir yeşerirdi gözleri.. yağmur sonrası yapraklar gibi..

benden iki ricası vardı.. iki rica.. 'rica'... ne ağır gelmişti bana bu, ah bilseniz.. artık yabancıydık demek.. artık birbirimizden bir şey isteyemiyorduk demek... artık, birimiz diğerinden bir şey istediğinde, istemeyecekti açıkça, kibarca rica edecekti demek..

"bu şarapları, çok mutlu olduğun anlarda iç.." dedi..

gülümsediğimi hatırlıyorum.. insan hem ağlar hem gülümser mi demeyin.. insan bazen hem çok ağlar hem de gülümser..

-"bir de.. bir gün evleneceksen eğer.. bu şarapları yeni evine götürme.. evlenmeden önce içmiş, bitirmiş ol.."

yüzümdeki gülümsemenin nasıl allak bullak bir feryada dönüştüğünü siz tahmin edin.. konuşamadım ki.. "tamam" bile diyemedim.. kafamı salladım sadece..

şaraplardan biri fransız şarabıydı.. biri venezüella.. diğeri portekiz.. dünyanın bütün denizleri üzerinde yol alıp, benim evime gelmişlerdi..

beni bilen, bilir.. nefes almadan ve müzik dinlemeden yaşayamam...

birkaç yıl sonra, kendime o çok beğendiğim müzik setini aldığım akşam, artık tek kişilik olan yatağımı salona getirdim.. dört kolonu yatağın dört bir tarafına, beşinciyi de başucuma koydum.. bir de cd taktım.. bülent ortaçgil, eski defterler..başka ne olabilirdi ki?

Fransa'yı o gece içtim..

aradan yıllar geçti.. kalan iki şişe yıllandı.. kitaplıkta dururlardı.. yana yatık bir şekilde.. kaç yıl boyunca o şişeler tozlandı, kaç yıl boyunca ben o şişelerin tozunu aldım, bilmiyorum..

sonra bir gün, kanser oldum.. kanser olmak tuhaf bişey. .bazı anlamlar gidiyor hayatınızdan ve bir daha geri gelmiyor.. bazı insanlar, eskisi gibi değerli kalmıyor, hayatınızdan çıkartıyorsunuz, bazılarını daha çok seviyorsunuz.. bazı şarkılar daha güzel geliyor.. bazı dertlerinizin aslında dert olmadığını anlıyorsunuz..  hayat, her zamankinden daha hazin ve daha yaşamaya değer görünüyor.. birinin dediği gibi; ben ve annem tamamını anladık, diğer tüm insanlar da konuştu.

teşhis konuldu, ameliyat bitti.. sonrasında, uzunca bir süre, yaşamadım, fotosentez yaptım... doktorlarım, gittikçe halsizleşeceksin, kilo alacaksın, yorgun düşeceksin dediler.. ama ben, dişimi fırçalarken mola vereceğimi düşünememiştim..

bahsettiklerinden daha beteri oldu gerçekten de.. halsizdim.. başka bir sıkıntı yoktu.. ağrım yoktu... sadece yatak odasından salona gelene kadar nefes nefese kalıyordum ve bol bol uyuyordum.. o kadar uyumak iyiydi, çünkü insanın en çok rüyaya ihtiyacı olduğu dönemde bi de uykusuzluk yaşaması hiç iyi olmazdı.. evet, neyse ki uyuyabiliyordum..

en sıkıntılı kısmı, aslında, radyoaktif iyot tedavisinden sonraki bir buçuk, iki aylık süreçti.. aynı anda üç farklı kanser şüphesi vardı.. akciğer, rahim ve cilt kanseri.. dördüncüsü cepteydi zaten.. o sırada, yanımda bir tek ve en çok annem vardı ve annem bütün bu şüphelerden habersizdi..  çünkü o sıra, dışarda çok rüzgar vardı.. çünkü o sıra, annem ne zaman biraz nefes almak için dışarı çıksa, darmadağın dönüyordu eve.. rüzgar dağıtıyor olmalıydı onu o kadar.. bir de, bilen bilir, annemin ela gözleri vardır, ağladığında yeşile dönen.. hep kıskanmışımdır o gözleri.. annem evden ela gözlü bir kadın olarak çıkıp, yeşil gözlü bir kadın olarak dönüyordu.. oturduğum ev dokuzuncu kattaydı ve şüphe edilen diğer üç ihtimali anneme söylesem, serbest düşme yapabilirdi.. ben de muhtemelen, "amaaan 3 ayda ne olabilir ki" diyip ardından giderdim..

bu ihtimallerin teker teker elenmesi üç ayımı, ihtimal olmayanı da yenmiş olduğumu öğrenmek ise bir yılımı aldı..

Venezüella'yı o zaman içtim.. ölmeyeceksin dediklerinde.. Bach çalarken.. başkası düşünülemezdi.. başkası mümkün değildi çünkü..

o sıralarda, hayatımda, olabilecek en yanlış adam vardı.. dünyaya bir ayak izi bırakamamış olmak düşüncesi beni üzüyordu.. iyileşirsem, ilk işim çocuk yapmak olacak dedim kendi kendime, ve tam o sırada, o en yanlış adam, en yanlış soruyu sordu: "benimle evlenir misin?".. ortaklaştığımız hiç bir mecra olmadığını bile bile, emin ola ola, kabul etmeli miydim?..  

hem zaten, en iyi evlilikler bile kötü değil miydi? bir süre sonra zaten herkesten sıkılacakken, başından sıkıldığım bir adamla evlenmek çok da farklı değildi.. sıkılmaya erken başlayacaktım, hepsi oydu.. hem, öyle ya da böyle, kötü bir insan değildi, tamam hiçbir şey paylaşmıyorduk, ama ben zaten 'paylaşmak' lafına çok uyuz olurdum.. bir de 'keyif' kelimesine.. 

bir gün ona "banyodan sonra saçlarımı tarar mısın" dediğimde ve "uğraşamam" cevabını aldığımda, o gün banyoda belime kadar uzanana kıvırcık saçlarımı kestiğimde, nişanlıydık..

sonra bir akşam, evde yalnızdım.. duvarları izliyordum.. Ay ışığı sonatı çalıyordu.. başkası olmazdı zaten.. bazen, uzattığım ayağımdaki en küçük parmağa bakıyordum.. sonra, nasıl olduysa -ki o kadar da zor değildi bu-  yıllardır orada duran, yıllardır tozlanan, yıllardır bekleyen Portekiz şarabıyla göz göze geldik.. bir süre bakıştık.. bakıştığımız sırada hafızam, yıllar öncesinden bir anıyı canlandırdı.. birkaç cümle, ve o iki rica:
"bu şarapları, çok mutlu olduğun anlarda iç.." 
"bir de.. bir gün evleneceksen eğer.. bu şarapları yeni evine götürme.. evlenmeden önce içmiş, bitirmiş ol.."

suratımda bir tokat patlaması hissettim.. o şişe hala oradaydı işte.. duruyordu.. demek o kadar da mutlu olmamıştım nişanlandığım adamla.. o şişeyi açmaya değer bulmamıştım demek.. mutsuzluğum orada yıllardır bekliyordu işte.. bazen bazı şeylerin varlığı, bazı şeylerin yokluğunu anlatır ya, öyleydi işte.. bir gün evlenecektim, ve işin doğrusu isterseniz, o gün gelene kadar da mutlu olmayı beklemiyordum.. ayrılma kararını o an aldım, kısa bir süre sonra da ayrıldık..

hayat yeniden başladı sonra.. yeniden müzik dinlemek, yeniden şiir okumak, yeniden sokaklar.. meğer her şey ne kadar da güzeldi.. meğer ben, kendimi ne kadar da zorlamıştım.. meğer ben, kendi ellerimle, kendi ensemden tutup, kendimi sürüklerken, kendi ellerimle kendi bileklerimi kanatmıştım.. kendimi hatırlamak ne güzeldi.. yaz geceleri gökyüzü ne kadar güzeldi..

üzerinden epey bir zaman geçti.. dünyanın bütün denizlerinden bana üç şişe şarap getirene bir teşekkür borçluydum.. bütün bu olanları bilmiyordu ki, teşekkür ettiğimde ne anlama geldiğini bilsin..

"hatırlıyor musun" dedim... "bana üç şişe şarap getirmiştin.."
"hatırlıyorum" dedi..
"o şaraplar için sana teşekkür etmeliyim dedim"
"ben 10 yıldır her gece seninle yatıp, her sabah seninle uyanıyorum, sen teşekkür ede ede üç şişe şaraba mı teşekkür ediyorsun?" dedi..

sustum.. hiçbir şey söylemedim.. kalktım gittim..

bir gün Portekiz'i içeceğim.. yudum yudum.. ve o günden sonra artık o kadar da peşinden koşmayacağım mutluluğun.. o benim peşimi bırakmayacak çünkü..

boşuna dememişler: in vino veritas.. evet.. gerçek, gerçekten de şarapta gizli..