1 Ekim 2011 Cumartesi

in vino veritas




artık sorulmadıkça aklıma gelmiyor.. sahi ne zaman ayrıldık biz? nerden baksan rahat bir on senesi var.. ve artık onun bir ailesi de var.. iki çocuklu bir çekirdek ailenin babası olduğu aklına geldiği kadar, dünyanın bütün denizlerinde yediğimiz çekirdekler de geliyor mudur aklına, bunu bilmiyorum..

ayrıldıktan sonra, o ayrılamama süreci içerisinde, bir gün, elinde üç farklı ülkeden üç şişe şarapla geldi..

-"ömrümün en güzel üç yılınını hatırına getirdim bunları.. gelecekte bundan daha güzel bir üç yıl yaşamayacağıma eminim" dedi..

bu cümleden sonraki sessizlik sırasında bunun ne kadar hazin olduğunu düşündüm.. ağladığımı hatırlıyorum.. o kadar hazin olmasa bile ağlardım, eminim..

"ama" dedi.. "senden iki şey rica edeceğim.."

gözyaşımı sildim.. yüzümü kaldırdım.. gözlerinin içine baktım.. dünyanın en güzel yeşili yuva yapmıştı gözlerine.. yeni ağlamıştı.. o ağladığında daha bir yeşerirdi gözleri.. yağmur sonrası yapraklar gibi..

benden iki ricası vardı.. iki rica.. 'rica'... ne ağır gelmişti bana bu, ah bilseniz.. artık yabancıydık demek.. artık birbirimizden bir şey isteyemiyorduk demek... artık, birimiz diğerinden bir şey istediğinde, istemeyecekti açıkça, kibarca rica edecekti demek..

"bu şarapları, çok mutlu olduğun anlarda iç.." dedi..

gülümsediğimi hatırlıyorum.. insan hem ağlar hem gülümser mi demeyin.. insan bazen hem çok ağlar hem de gülümser..

-"bir de.. bir gün evleneceksen eğer.. bu şarapları yeni evine götürme.. evlenmeden önce içmiş, bitirmiş ol.."

yüzümdeki gülümsemenin nasıl allak bullak bir feryada dönüştüğünü siz tahmin edin.. konuşamadım ki.. "tamam" bile diyemedim.. kafamı salladım sadece..

şaraplardan biri fransız şarabıydı.. biri venezüella.. diğeri portekiz.. dünyanın bütün denizleri üzerinde yol alıp, benim evime gelmişlerdi..

beni bilen, bilir.. nefes almadan ve müzik dinlemeden yaşayamam...

birkaç yıl sonra, kendime o çok beğendiğim müzik setini aldığım akşam, artık tek kişilik olan yatağımı salona getirdim.. dört kolonu yatağın dört bir tarafına, beşinciyi de başucuma koydum.. bir de cd taktım.. bülent ortaçgil, eski defterler..başka ne olabilirdi ki?

Fransa'yı o gece içtim..

aradan yıllar geçti.. kalan iki şişe yıllandı.. kitaplıkta dururlardı.. yana yatık bir şekilde.. kaç yıl boyunca o şişeler tozlandı, kaç yıl boyunca ben o şişelerin tozunu aldım, bilmiyorum..

sonra bir gün, kanser oldum.. kanser olmak tuhaf bişey. .bazı anlamlar gidiyor hayatınızdan ve bir daha geri gelmiyor.. bazı insanlar, eskisi gibi değerli kalmıyor, hayatınızdan çıkartıyorsunuz, bazılarını daha çok seviyorsunuz.. bazı şarkılar daha güzel geliyor.. bazı dertlerinizin aslında dert olmadığını anlıyorsunuz..  hayat, her zamankinden daha hazin ve daha yaşamaya değer görünüyor.. birinin dediği gibi; ben ve annem tamamını anladık, diğer tüm insanlar da konuştu.

teşhis konuldu, ameliyat bitti.. sonrasında, uzunca bir süre, yaşamadım, fotosentez yaptım... doktorlarım, gittikçe halsizleşeceksin, kilo alacaksın, yorgun düşeceksin dediler.. ama ben, dişimi fırçalarken mola vereceğimi düşünememiştim..

bahsettiklerinden daha beteri oldu gerçekten de.. halsizdim.. başka bir sıkıntı yoktu.. ağrım yoktu... sadece yatak odasından salona gelene kadar nefes nefese kalıyordum ve bol bol uyuyordum.. o kadar uyumak iyiydi, çünkü insanın en çok rüyaya ihtiyacı olduğu dönemde bi de uykusuzluk yaşaması hiç iyi olmazdı.. evet, neyse ki uyuyabiliyordum..

en sıkıntılı kısmı, aslında, radyoaktif iyot tedavisinden sonraki bir buçuk, iki aylık süreçti.. aynı anda üç farklı kanser şüphesi vardı.. akciğer, rahim ve cilt kanseri.. dördüncüsü cepteydi zaten.. o sırada, yanımda bir tek ve en çok annem vardı ve annem bütün bu şüphelerden habersizdi..  çünkü o sıra, dışarda çok rüzgar vardı.. çünkü o sıra, annem ne zaman biraz nefes almak için dışarı çıksa, darmadağın dönüyordu eve.. rüzgar dağıtıyor olmalıydı onu o kadar.. bir de, bilen bilir, annemin ela gözleri vardır, ağladığında yeşile dönen.. hep kıskanmışımdır o gözleri.. annem evden ela gözlü bir kadın olarak çıkıp, yeşil gözlü bir kadın olarak dönüyordu.. oturduğum ev dokuzuncu kattaydı ve şüphe edilen diğer üç ihtimali anneme söylesem, serbest düşme yapabilirdi.. ben de muhtemelen, "amaaan 3 ayda ne olabilir ki" diyip ardından giderdim..

bu ihtimallerin teker teker elenmesi üç ayımı, ihtimal olmayanı da yenmiş olduğumu öğrenmek ise bir yılımı aldı..

Venezüella'yı o zaman içtim.. ölmeyeceksin dediklerinde.. Bach çalarken.. başkası düşünülemezdi.. başkası mümkün değildi çünkü..

o sıralarda, hayatımda, olabilecek en yanlış adam vardı.. dünyaya bir ayak izi bırakamamış olmak düşüncesi beni üzüyordu.. iyileşirsem, ilk işim çocuk yapmak olacak dedim kendi kendime, ve tam o sırada, o en yanlış adam, en yanlış soruyu sordu: "benimle evlenir misin?".. ortaklaştığımız hiç bir mecra olmadığını bile bile, emin ola ola, kabul etmeli miydim?..  

hem zaten, en iyi evlilikler bile kötü değil miydi? bir süre sonra zaten herkesten sıkılacakken, başından sıkıldığım bir adamla evlenmek çok da farklı değildi.. sıkılmaya erken başlayacaktım, hepsi oydu.. hem, öyle ya da böyle, kötü bir insan değildi, tamam hiçbir şey paylaşmıyorduk, ama ben zaten 'paylaşmak' lafına çok uyuz olurdum.. bir de 'keyif' kelimesine.. 

bir gün ona "banyodan sonra saçlarımı tarar mısın" dediğimde ve "uğraşamam" cevabını aldığımda, o gün banyoda belime kadar uzanana kıvırcık saçlarımı kestiğimde, nişanlıydık..

sonra bir akşam, evde yalnızdım.. duvarları izliyordum.. Ay ışığı sonatı çalıyordu.. başkası olmazdı zaten.. bazen, uzattığım ayağımdaki en küçük parmağa bakıyordum.. sonra, nasıl olduysa -ki o kadar da zor değildi bu-  yıllardır orada duran, yıllardır tozlanan, yıllardır bekleyen Portekiz şarabıyla göz göze geldik.. bir süre bakıştık.. bakıştığımız sırada hafızam, yıllar öncesinden bir anıyı canlandırdı.. birkaç cümle, ve o iki rica:
"bu şarapları, çok mutlu olduğun anlarda iç.." 
"bir de.. bir gün evleneceksen eğer.. bu şarapları yeni evine götürme.. evlenmeden önce içmiş, bitirmiş ol.."

suratımda bir tokat patlaması hissettim.. o şişe hala oradaydı işte.. duruyordu.. demek o kadar da mutlu olmamıştım nişanlandığım adamla.. o şişeyi açmaya değer bulmamıştım demek.. mutsuzluğum orada yıllardır bekliyordu işte.. bazen bazı şeylerin varlığı, bazı şeylerin yokluğunu anlatır ya, öyleydi işte.. bir gün evlenecektim, ve işin doğrusu isterseniz, o gün gelene kadar da mutlu olmayı beklemiyordum.. ayrılma kararını o an aldım, kısa bir süre sonra da ayrıldık..

hayat yeniden başladı sonra.. yeniden müzik dinlemek, yeniden şiir okumak, yeniden sokaklar.. meğer her şey ne kadar da güzeldi.. meğer ben, kendimi ne kadar da zorlamıştım.. meğer ben, kendi ellerimle, kendi ensemden tutup, kendimi sürüklerken, kendi ellerimle kendi bileklerimi kanatmıştım.. kendimi hatırlamak ne güzeldi.. yaz geceleri gökyüzü ne kadar güzeldi..

üzerinden epey bir zaman geçti.. dünyanın bütün denizlerinden bana üç şişe şarap getirene bir teşekkür borçluydum.. bütün bu olanları bilmiyordu ki, teşekkür ettiğimde ne anlama geldiğini bilsin..

"hatırlıyor musun" dedim... "bana üç şişe şarap getirmiştin.."
"hatırlıyorum" dedi..
"o şaraplar için sana teşekkür etmeliyim dedim"
"ben 10 yıldır her gece seninle yatıp, her sabah seninle uyanıyorum, sen teşekkür ede ede üç şişe şaraba mı teşekkür ediyorsun?" dedi..

sustum.. hiçbir şey söylemedim.. kalktım gittim..

bir gün Portekiz'i içeceğim.. yudum yudum.. ve o günden sonra artık o kadar da peşinden koşmayacağım mutluluğun.. o benim peşimi bırakmayacak çünkü..

boşuna dememişler: in vino veritas.. evet.. gerçek, gerçekten de şarapta gizli..




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder